Eskinin alçak gönüllülüğünden ne kaldı elimizde? Hayat bir sahneyse hepimiz birer dramaturguz bu devirde. Bir orkestraysa, orkestra şefi. Bir iyi bir de kötü haberim var o zaman herkese; “artık hayatımızdaki kimse vazgeçilmez değil” ve “artık bizler de vazgeçilmez değiliz!”
Çoğumuz kılıçlarımızı kalkanlarımızı hazır tutuyoruz yeni insanlara karşı. Ah ne kadar güçlüyüz (!) Kaçmak güç müdür? Saklanmak, kendini yaşayamamak ? Her soruya karşılık bir cevabımız var bizim. Başımız hep dimdik, utanmayız, pişman olmayız, gururluyuz. Bizler sevemeyiz, seversek de vazgeçebiliriz, unuttuğumuzda da yeni nefesler, sesler bulabiliriz kolayca (!). Hem seversek de koşullarımız vardır, kalıplarımız. O günün modası ne ise onu severiz. Bukalemun gibiyiz, her çağa göre renk değiştiririz. Yargılarız, sorgularız, kaygılanırız, depresifizdir.
Aslında Palahniuk’un da dediği gibi “Tarihin ortanca çocuklarıyız” haberimiz yok. Özgürlüğü elinden alınmış bir nesil bizimkisi. O kadar savunmasızız ki her an saldırıya uğrayacağımızdan korkuyoruz. O kadar yara almış ki bazılarımız, her gün ölüp sonra yeniden doğmuş, ondan bu maskeler.
Gelmiş geçmiş her insan birer koleksiyoncu gibi acılı anılar biriktiriyor son nefesine kadar. Halbuki unutulmak, terk edilmek,“geçmiş”in kaderi. Kim bize her şeyi bu kadar ciddiye almamız gerektiğini öğretti ? Lakaytlık bi kenara, ciddiyetin de fazlası zarar. Ciddileşmeyi de beceremiyoruz zaten. Gel gelelim bu dünya bize birkaç beden dar, nefesimizin kesilmesi ondan.
Yine de hayat şaşırtmayı sever. Bazen öyle bir hal alır ki bozamayız ellerimizle, bizden bağımsız ilerler. Yolda elimize uğur böceği konar, dilek dileriz. Ablamızın çocuğu olur , ya da çocuğumuz yürümeyi öğrenir. Hiç beklemediğimiz bir anda biri çıkar karşımıza kocaman gülümseyişi ile masaj yapar durmuş kalplerimize. Hissederek sevişiriz, karşılık beklemeden severiz. İnsan olduğumuzun farkına varırız kısa bir an da olsa. Gerçek yüzlerimizle, gerçek yüzlere bakarız o zamanlarda. Kör kuyular dolsun diye kaya parçaları atarken içine, kim bilir belki çatlatırız toprağı su fışkırır derinlerden.
Körü körüne üzerine gittiğimiz, avcumuzun içinde sıkıca tutup saklamaya çalıştığımız tüm yaşanmışlıklar bile suya dönüşüp akıyorsa biz farkında olmadan, yalnızca tırnaklarımız avuç içlerimize batınca anlıyorsak kendimize verdiğimiz zararın boyutunu, savaş boyalarımızı silmemizin zamanı gelmiş demektir. Yeterince acı çekmeden mutlu olabilmek kimin hakkı ki ? Neden bu korkaklık ? Hayata dokunabilmek için önce dokunulmazlığımızı kaldırmalıyız. Yaşamın güzelliklerini paylaşımda aramalıyız.
YASEMİN DERYA
YAZARA E-POSTA GÖNDER