Bazı şeyleri yaşarken düşünmeden, sorgulamadan, yorulmadan yaşamaya heves ediyor insan. Yorulmadığını sanarak, düşünmediğini umarak, unutturuyor kendisine aslında bin bir tane gerçeği ve o bin bir tane gerçeğin içinden bir avuntu buluyor çıkartıyor kendisine, adı üstünde avuntu ve o ki tüm gerçeklikleri alıyor götürüyor.
Neye körü körüne bağlanacağını şaşırıyor insan belki. Doğru mudur yanlış mıdır bilmiyor. Duruyor öylece karşıdan bakıyor. Gözlerindeki anlamı kendisi bile bilemiyor çoğu zaman, o yüzdendir ki anlaşılmayı beklemiyor. Beklemiyor beklentilerinin beklediği gibi olmasını. Olanları neye göre tartıyor neye göre ölçüyor bilemiyor. Aradan zaman geçtiğinde kendisine soruyor sonra; bu zamana kadar ne yaptım?
Sorgulamadığını sandığı noktada sorgulamaya başlıyor esasında; hani hep derim ya biten yerde hep bi başlangıç vardır diye, düşüncesizliğin olduğu yerde bile bir düşünce başlıyor aslında ve daha sonrasında fark ediyoruz bunu, yazık mıdır şans mıdır; bilmiyorum…
*
Elleriyle tutamadığı tek şey zaman insanın. Bi de tabi gideni. Tutmaya çalıştığın kadar, uzanıp bedenini ensettiğin kadar ve canını yaktığın kadar uzak aslında ve yüreğinin sesini dinlediğin kadar duyduğun kadar gümbürtüsünü; o kadar yakın aslında dün, ve o gün…
*
Çünkü gözlerinin içine baka baka, çok fazlasın demişti ona ve bu cümle aslında çok ağırdı kendisine herşeyden önce, kendisinden önce sevdiği kadından önce… Ondan önce kendi yüreğinden önce, o cümle fazlaydı ona bi kere… Ne kadar da acizleştirmişti kendince kendini, bu yüzdendi belki cümlenin ağırlığı bedenine vuruşu kelimelerin kurşun gibi, ve sesi o kadar keskindi fısıltılarının. Fısıltıyla bunu söylerken aslında içeride bi yerlerde fırtınalar kopuyordu. Hissediyordu, hissettiği şeyi bastırıyor,ne bir ses duyuyor, ne fırtınadan üşüyor, ne de söylediklerinden pişmanlık duyuyordu.
GÜYA…
Karşısında ona boş ve anlamsız bakan bir çift göz, uzun saçlı bir kız başı, ne kadar da dolu aslında bakışları, aslında ne kadar da dolu dışarıya vuramadığı cümlelerinin altı. Gözlerinin bile dolmuyor oluşu o kadar anlamlıydı ki aslında ve o kadar çok şey söylüyordu ki ahu gözleriyle ve öyle bakıyordu ki adama, sanki şimdiye kadar öyle hiç bakmamış gibi miydi, bu bakışı ilk defa mı görüyordu adam, neydi bu bakış, adı neydi anlamı neydi, aylardır yıllardır baktığı gözlere mi aitti bu bakışlar, bu sessiz anlamlar; adamın fısıltısına karşılık bu bakışlar mıydı, bu bakışlarda mı gizliydi adını “aşk” koydukları… Aslında belki de pınarı o bakışlardı adamın aşk’ının.. adamın aşkının pınarı; kadının bakışlarındaydı, adam bunu anlamıştı, ama zamanı tutamadı, kadın kalktı, ağır ağır adımlarla kendi yolunu aldı… Adamsa dilinde kendisinin bile duyamadığı bi fısıltı cümleyle kadının arkasından bakakaldı…
Elleriyle tutamadığı tek şey zamandı insanın;
Bi de tabi gideni…
*
Başını bir sağa bir sola ağır hareketlerle sallıyor. Gözleri o kadar donuk ki, sanki tüm kasları donmuş sanki bütün uzuvları işlevini yitirmiş, öyle değişik bir şeydi, koşsa kilometrelerce koşardı, ama bacaklarında derman kalmamıştı, iki adımda yığılıp kalmıştı, uzun caddenin Arnavut kaldırımlarında oturuyordu tek başına, a pardon, yanında sarı bi kedi yavrusuyla. Eliyle kediye hafif hafif dokunuyor ama onu bile hissetmiyordu elleri. Kedi mest olmuş, bir sağa bir sola kendisini döndürüp duruyordu. Belki de ikisinin ortak noktası buydu; sağa sola sallanmak…. Hayat budur ya, istediğinle bulamadığın ortak noktaları öyle bir yerde bulursun ki ya da öyle biriyle öyle bir ortak noktada buluşur ki, herkesi herşeyi ve tüm merkezleri tüm ortaları solda sıfır bırakır….
Ağzını açıp tek bir kelime söylemediğine hiç pişman değildi. O zaten hep bunu yapardı ki. Susar konuşmaz, kendi içinde hesaplaşır kendisiyle ama kendisiyle… Hep bunu yapardı.
Yürürken ardından bakan bir çift göz olduğunu biliyordu ama geri dönmeden yürüdü.
Çok değildi zaten yere oturuşu ve o zaten yere oturmayı hep severdi. Küçüklüğünde de kaldırımlara oturmaktan zevk alırdı, kaldırıma oturur ve elindeki sopayla yerdeki taşları yerinden oynatırdı.
Şimdi durdu düşündü de, “elimdeki sopayla yerdeki taşları oynatmak….”
Ne kadar anlamlı cümle… Ne kadar dolu belki de ne kadar boş oysa…
Kendi ellerime, kendi parmaklarımla, yere düşmüş, dizlerimi kanatmış, kendi yüreğimle oynuyorum…. Kendi yüreğime çomak sokuyorum kendi ellerimle, kendi ellerimle adını yazıyorum, adını yazdıkça oynatıyorum taşları, ruhumun taşlarını birer birer ayırıyorum yerlerinden, birer birer, ne kadar kolayca… Ardımda bırakırken o bi çift gözü hep kulaklarımda aynı fısıltı “çok fazlasın bana”. Neydi ki bu diye düşündü hep, seve seve ayrılmak dedikleri bu olsa gerek, bu olsa gerek korkmak ve kaçmak, hükmen mağlup olmak, ve MAĞDUR olmak aynı zamanda….
Arnavut kaldırımları….
Yürüyüş parkurları…
Uzun sahil kordonları…
Deniz kıyısındaki çakıl taşları…
Ve ayaklarının değdiği nice sokak adları…
Ne çok şeyi vardı hatırladığı, hatırladıkça ağlayamadığı, ağlayamadıkça konuşamadığı, konuşamadıkça tıkanıp kaldığı…
Ne çok şeyi vardı içinde aslında…
Çok fazlasın’ı duymuştu kulakları..
Ölçmeyi düşünmediği sevgisi, ve sevgisinin peşinde getirdikleri, o aslında bütünüyle o,
Çok fazlaymış’tı ona…
Sevdiği adama kendisi çok fazlaydı.
Ne yapsındı bundan sonra kendisini…
Ne yapsındı ki bundan sonra o paha biçilemez sevgisini..
Ne yapsın her şeyi iliklerine kazıyan yüreğini,
Ne yapsındı;
Kendi parmaklarıyla, kendi elleriyle, varsın oynaşındı…
Hatırlasındı küçükken oynattığı taşları, ve yaşasındı şimdi oynayan her taşta dışarıya vurmayan volkanların yangınlarını…
Varsın; yansındı…
-Kedi… Miyavlama masum masum…
Sesim çıkmıyor.. Miyavlama inadıma…
PINAR ÜSTÜNDAĞ
YAZARA E-POSTA GÖNDER