-Üşüdün mü?
-Sanırım biraz, deniz esiyor malum.
- Seversin bilirim.
-Hem de çok.
-Beyaz elbisen…
- …
Gün ışığını gözlerin önüne bırak, göğün göğsüne sığınmış geceden bahset bana… Bir tutam anason kokusu essin ince uzundan değil denizin en ortasından, kalbinden. Küçük kırmızı bir balık bir deniz yıldızını sürüklesin masaya, alıp geniş mavi kâsede suya bırakalım, sonra da tekrar denize, ölmesin. Biz hiç kötü olmadık, hiç zarar vermedik bilirsin. Yürürken kurumuş yapraklara basmaktan çekindik hep, herkesin inadına, gittikleri ters yöne, inandıkları ne varsa incitmeden uzaklaştırdık kendimizden. Maksat yalnızca biz olalım, başımız maviye değerken içimiz siyah kalmasın istedik. Ölü ruhların günahlarıyla değil helâllikleriyle büyüdük ve düşerken kırılan ince uzun ağaç dalından kalbimiz çamura bulanmaktı bulaştığımız en temiz kir, öyle ki en keyifli anı kanayan avuçları akan suyun altında yıkamak, arıtmaktı o zamanlar ve tahmin ettiğimizden çok daha kolaydı aklanmak.
Bir zaman sonra ağaç dalları taşıyamaz oldu, büyüdüğümüzü anladık o zaman olabilecek en vahim şekilde. Artık çırılçıplak yıkanamıyorduk gölde, benim göğsümde babaannemin deyimiyle iman tahtamda sürekli olarak büyüyen iki şişlik belirmişti ve ağrıdan ağladığım günlerde sağa sığınırdım hep, hatırlarsın. İşte o zaman sımsıkı sarılıp “Geçecek..” derdin çocuk adamlığınla, maksat acım dinsin..
Giriş katındaki evin tahta penceresinden soğuk sızardı her daim ve geceleri gizli gizli kaçıp pencereden odama girdiğinde ısınırdık ancak, hiç üşümezdi sırtım, ellerim. Üzerinde küçük pembe çilekler olan pijamalarımla ben bir hanımefendiden çok uzak olmakla birlikte baban için alınan kumaştan artanlardan dikilen çubuklu pijamalarınla sen oldu olacak adamdın işte.
Ne zaman ki bıyık dedikleri tüyler bitmeye başladı dudaklarının üzerinde, o zaman gelip çalmaz oldun penceremi. Geceler öyle soğuk, öyle sıkıcıydı ki başka başka diyarlara yelken açtım sensiz. Göğsüm acımıyordu artık aksine çocukken acı veren o şeyler şimdi dimdik yürümeme sebep oluyordu. Kumda çamurda oynarken yırttığım ve ayaklarımı içinden çıkacakmış gibi çekerek parmaklarımı yere sürten pembe çiçekli terliklerimin yerini hasırdan topukları olan kurdeleli pabuçlar almıştı. Bunlar, o hiç sahip olamadığım kırmızı rugan ayakkabılardan çok daha güzeldi.
Hatırlarsın beyaz bir elbisem vardı, yaka kenarında su taşından süsleri olan, belinde kırmızı bir kuşak, kadifeden. O zaman mı bağlandık biz bu namus davasına, o zamandan mı işlendi “günah” dudaklarımıza bilmiyorum. Sen çok severdin.. Bir bayram sabahı mahalledeki çocuklar pet şişeden yapılma su tabancalarıyla ıslattıklarında o kolları kısa gelen ceketini çıkartıp nasıl da sarmıştın üzerime, “Ama çok sıcak!” dediğimde aldığım cevap halâ kulaklarımda; “Görüyorlar!” O an ikimizde dönüp elbiseme bakmıştık ya, bembeyaz kumaş ıslandığında birdenbire saydam oluvermişti, şaşkınlığımızla birleşen kızgınlığın “Oooo” diye gülüşen çocukların tepelerine binmenle son bulmuştu oysa.
Aradan geçen yıllara inat biz yıkılan o eski mahallenin hemen kıyısına yapılan lüks balık lokantasındayız yine. Balığın alüminyum tabaklar yerine porselen servislerde sunulması dışında hiçbir farkı yok esasında, bir de tadını özlediğim, bir türlü yerine gelmek bilmeyen o lezzeti dışında.
Benim üzerimde yine beyaz elbisem, kuşaksız. Üşüyen omuzlarımda yine bir ceket, baş harflerinin işlendiği kol düğmelerini görebiliyorum. Bu defa eksik kalmamış kuşak, ya da seneler yıllandırmamış dirseklerini. Son derece yeni, her şey gibi, sen gibi, senden uzak…
ÇİSEM SOYLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER