Günlerden Pazartesi. Herkesin işe gittiği gün izinde olmaya bayılıyorum :)
Split’te son sabahımız, yine erkenden kalkıp hazırlanıyor ve arabamızı park ettiğimiz yere kadar yürüyoruz. Otoparka para ödememek için epey uzağa park etmemiz gerekti, neyse ki yollar düzgün de bavulları çeke çeke gitmek çok eziyetli değil. Sabahın erken saatleri; ama halk çoktan kalkmış dükkânlarını açıyor, sergilere hediyelikleri diziyor, ne güzel. Artık İstanbul’da da şehir dışında da dükkânların bu kadar erken açılmadığını bildiğimden bu görüntü çok hoşuma gidiyor.
Karadağ’a daha önce iki günlüğüne gitmiştim, bu yüzden açıkçası hedeften çok yolculuk kısmı ilgimi çekiyor bugünün. Uzun bir yolculuk olacak, hız sınırı da var, akşam hava kararmadan Karadağ’a girsek bizim için yeterli.
Buraya gelmeden önce birkaç arkadaş Omis’e uğramamızı önermişti. Kahvaltıyı orada yapacak şekilde yola çıkıyoruz. Omis şirin bir sahil kasabası, aslında kanyonu falan var; ama biz kanyona kadar gidemiyoruz vakit sebebiyle. Omis’e girince de sanırım otoban girişini hepten kaçırıp sadece sahil yolundan gitmek zorunda kalıyoruz. Navigasyon önümüzde, dağlık olduğu için arada kaybolan sinyalleri yakalama çabası içinde yolculuğumuz toplamda neredeyse 10 saati buluyor molalar ile birlikte. Yolda da neler oluyor, neler…
İlk fotoğraf yolda çektiğimiz karelerden. Zaten durabildiğimiz yerlerde durup duramadıklarımızda da derin iç çekişlerle mest olup ilerliyoruz yol boyu.
Hız sınırı minimum 40 km. maksimum 80 km.yi gösteriyor ve öyle komik ki, 60 km yazdıktan 500 m. sonra 70km sonra 50km olabiliyor. Arkamızdan gelen yerli halk da sağ olsun hız sınırı konusunda oldukça rahat anlaşılan. Yolun önemli bir kısmında yanaşabileceğimiz bir boşluk arayıp oraya girerek arkamıza yapışmış arabalara yol vermekle geçiyor. Ya biz fazla kuralcıyız ya da onlar fazla vurdumduymaz; ama en azından turist halimizle herhangi bir polis kontrolüne ya da daha fenası cezaya takılmadan gidebiliyoruz.
Yol üzerinde rastlayıp da durduğumuz bizi mest eden en önemli noktalardan biri Makarska ve Dubrovnik arasında kalan ve Bačinská Jezera diye geçen göller bölgesi. Manzarası süper. Bir resim hemen aşağıda:
Gezi sırasında fark ettik ki Bosna’nın denize kıyısı olan tek nokta, Neum şehrindeki 22 km’lik alan ve bu şehir sebebiyle Hırvatistan içinde giderken bir anda Bosna Hersek sınırından geçebiliyorsun. Sınır geçiyorsun; ama sınırda pek bir şey yapılmıyor anladığımız kadarıyla, herhangi bir kontrol yaptılar mı emin olamadık bile.
Yine bir arkadaşımızın tavsiyesiyle öğlen yemeği için Ston’a uğradık. Gerçekten tam da öğle yemeği vakti, güneşin alnında, Mali Ston’a geldik. Geldik gelmesine de bir tabelayı takip ederken kendimizi “private property” (özel mülk) içinde bulduk, sonra evin arka bahçesinden çıktık ettik ve bir süre dolandık. Ston Ston diye söyleyip duran arkadaş bize deniz fenerinin oradan dönünce bir restoran olduğundan bahsetmişti. Görebildiğimiz tek fenere benzer yapı silindir, yıkık dökük bir sur duvarıydı; ama herhalde burasıdır diyip kafamıza göre bir yere girdik. Sonradan konuştuk, kesinlikle arkadaşın tarif ettiği restoran değilmiş girdiğimiz yer.
Girdiğimiz restoranın ismi Vila Koruna’ydı. Konaklama yeri de olan bu restoranda her şey çok güzel başladı. Garsonumuz güler yüzlü bir amcaydı. Porsiyonlar büyük, servis hızlıydı. Amca resmimizi çekti, yemeğin sonunda bize birer kilo deniz tuzu paketi de hediye etti. Sonradan okuyup öğrendik ki en eski tuz rezervlerinin olduğu yermiş Ston, bir de dünyada Çin settinden sonraki 2.büyük duvar ordaymış ama biz bilmediğimiz için aramadık da görmedik de. Deniz mahsullü bir risotto aldık bir de kalamar ahtapot, ikisini de paylaştık. Öyle güzel yiyip içtik ki hele ben ziyan olmasın diye her şeye dalınca hem tokluk hem mesudiyet içinde gülücükler attım yemeğin sonunda. Dışarı çıktığımızda güneş feciydi, arabanın içini soğutmamız hayli zamanımızı aldı. Yola devam…
Ve yol üstünde çektiğimiz resimlerden biri daha…
Derken aradan bir saat falan anca geçti sanırım, benim ellerim kaşınmaya başladı, dalgasını geçtik önce, para gidecek diye; ama böyle bir kaşınma yok. Elimin içini söküp atmak istiyorum. Hadi bakalım hayırlısı, o kadar çok mu para harcıycaz falan derken vücudum bir kabarmaya başladı ki anlatamam. Hayatımda daha önce böyle bir şey yaşamamışım.
Arkadaşım soruyor alerjin var mıdır, yok diyorum, bilmiyorum ki, hiç olmamış… Hem deli gibi ateş basıyor, hem içimi yırtıp atmak ister gibi tuhaf bir hal, kendime nasıl hakim oldum, nasıl kendimi sakinleştirdim de elim kolum sabit durabildim bilmiyorum. Neyse ki Dubrovnik’e yaklaşmıştık, hemen şehrin içine girip ilk gördüğümüz eczaneye dalıp ilaç aldık. Sağ olsun arkadaşım ilaç şirketinde çalışıyor da hem şoförlük hem hastabakıcılık ve eczacılık yaptı bana. İlacı aldım, gözlerimi kapadım ve geçmesini bekledim. Geçmezse hastaneye gitmek gerekiyordu ve yol üstünde nasıl bir hastanede hangi dilde iletişim kurardık tahmin bile edemiyordum.
Aşağıdaki Port Gruz köprüsünün resmini de işte bu kabartıların artmaya başladığı an, ancak arabadan inip çekip kendimi arabaya geri atarak çektim, hiç unutmam. Güneş değdiği yer müthiş bir reaksiyon gösteriyor zira. Arabada giderken de haritalarla kağıtlarla güneş gelen yerleri kapamaya çalıştım. İnanılmaz bir deneyimdi.
Düşünüyorum da neyse ki eczacı reçete falan istemeden ilacı verdi, ben de hemen içtim. Dubrovnik’e ilk adım atışım da bu halde oldu. Ama zaten daha yolumuz vardı. Bugün Dubrovnik’i de geçip Karadağ’a geçiş yapacaktık. İşte, merakla beklediğimiz sınır geçişini de ben bu halde yaptım, bacaklarımdaki kabartıları görmesinler diye üstümü kâğıtlarla örterek ve gülümseyerek pasaportlarımızı ve araba belgelerini görevliye verdim, teşekkür ettim. Hırvatistan sınırından geçip Karadağ sınırına girmemiz benim bu aslında bıraksan yatacak halimde gerçekleşti. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama belki bir belki iki saat içinde kabartıların en azından artması durmuştu, yanma hissi biraz daha tolere edilebilir seviyeye gelmişti.
İlacın uyutacağını söylemişti arkadaşım ama hiç uyumadan, ses çıkarmadan, mümkün olduğunca yolda ona eşlik etmeye çalışarak, nerde olduğumuzu takip ederek Karadağ içinde devam ettik yolumuza. Hedefimiz Budva’ydı, Kotor Körfezi’ni kısa yoldan geçmek için Herceg Novi’den bineceğimiz feribotu bile hatırlattım, bizi Tivat’a götürecek bu feribot için arabadan o halde inip bilet gişesine gidip bilet de aldım. Ama feribotta arabadan çıkamadım, o ayrı. Zaten 10 dakika anca sürdüğü için inmeme gerek de kalmadı ya.
Budva’ya tahmin ettiğimiz gibi akşam saatlerinde altı gibi vardık sanırım. Ama asıl önemlisi, kalacağımız yeri bulmaktı. Daha önce ofisten giden arkadaşlar da aynı yerde kalmış ve bize kroki çizmişlerdi; ama onların da söylediği neredeyse bir saat orayı aramakla uğraşmış olmalarıydı. Biz krokinin de yardımıyla bir saat olmasa da yine de biraz aradık. Neden derseniz kalacağımız yerin adı hiçbir yerde geçmiyordu, tabela kapı numarası gibi bir şey yoktu. İtiraf etmek gerekir ki, Internet’ten güzel resimlerine bakıp ayarlamakla birlikte biz aslında bir teyzenin evinin bir odasında kalıyor olduk sadece. O yüzden en son seçenek olarak bir evin kapısını çalıp kapıya başında havluyla çıkan teyzeye ismimizi söyleyip bizi tanımasını sağlamamız gerekti. Zaten kadıncağızın biz geliyoruz diye attığımız konfirmasyon maillerine neden cevap vermediği de anlaşıldı: Kendisi İngilizce bilmiyor ki…
Odamıza yerleşirken baktım, benim kabartılar inmekte, gerilerinde hafif pembe izler kalmış olsa da o halimden eser yok adeta. Zaten arkadaşım bakıp bakıp gülmeye başladı, neydi o halin, geçti hepsi diye. Tahmin etmiyordu, sen güneşe de çıkamazsın falan diyordu bana birkaç gün. Neyse ki o akşam o kabartılı halimden eser kalmamıştı.
Sonuç olarak Budva’ya geldik ama bu yol macerası tam bir macera oldu benim için. Bir sonraki bölümümüz Budva günlüğü ile devam edecek.
Nilhan Fidan
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER