3. Gün: Roma ve Vatikan
Pazartesi sabahı, tatilin en güzel anıdır daima. Pazartesi sabahına keyifli bir kahvaltıdan sonra Vatikan’ı gezme planıyla otelden çıkıp metroya binerek başladık. Şortum ve straplez tshirtümle beni içeri almayacaklarını bildiğimden; ama bu sıcakta daha fazlasını giyecek takatim de kalmadığından, yanıma diz boyuna gelen elbisemi ve bir de şal alarak çıkmıştım yola. Metrodan inip Vatikan’a yürürken bir köşede hemen üstüme elbiseyi giydim, Mahmutpaşa’dan aşağı yanı kalmayan sıra sıra dükkân ve seyyar satıcıları aşarak rahibe teyzeler ve rahip amcaların peşinden yola düştüm. Düştüm düşmesine de bu ne kalabalık. Bizim içeri girme şansımız yakın gelecekte gözükmediği gibi benim bu güneşin altında beklemem halinde kaç dakika içinde sıvı ya da gaz forma geçeceğimi düşünmek zor değil… Bu kocamaaaan meydanda, dizi dizi insan kalabalığının bir orasına bir burasına baktık, yok dedik, vazgeçelim bu sevdadan. Ara sokaklardan Roma yönüne geri yürümeye başladık. Adalet Sarayı önündeki çeşmede gölgeye saklanıp biraz dinlendik ve yol üzerinde gördüğümüz Splendor’da öğle yemeği molası verdik (www.splendorparthenopes.com /it/). Keyif için kendime bir Cabernet söyledim, bir de penne (ragu de villette and parmesan). Gayet lezzetliydi, koyu ahşap döşemeleriyle restoranın ağır ama klas bir havası vardı. Tuvalete gidince, daha sonra pek çok kez karşılaşacağım bir ilkle tanıştım. Ellerimi yıkamak için uzandığım musluktan su gelmesi için lavabonun altındaki pedala ayağınla basman gerekiyordu.
Kâh sıcaktan üfleyerek kah kaybolmayalım diye haritaya bakarak Navona meydanına (Piazza Navona) çıktık. Sabah kurulan pazardan tek tük kalan birkaç pazar arabasında boy boy çeşit çeşit makarnalar ve renk renk önlükler satılıyordu. Nazionale Caddesi boyunca yürüyerek Termini’ye kadar geldik ve Napoli için tren biletimizi biraz zor da olsa makinelerden almayı başardık. Akşam yemeği için Spagna durağında inip sevdigimiz sokağa girdik; ama nedense biraz fazla turistik ve kalabalık gözüktü, beğenmedik bu sefer. Gönlümüze göre bir yer bulmak için epey dolanmamız gerekti. Arnavut kaldırımlı taşlarda ve boyundan astığım çantayla yürümekten boynum biraz kötü oldu sanırım, bir de belim ağrımaya başladı ki, hiç hoş değil… Nihayetinde, dışarıya masa atmış onca restoran ve trattorialar arasından geçip Le Sorelle (http://www.ristorantelesorelle.it) önünde durduk. Biraz oturunca belimin ağrısı da neyse ki geçti. Bu sefer Santa Teresa, Frascatti söyledik beyaz şarap olarak. Zeytinyağı ile cevizli ve zeytinli ekmeklere doyamadık. Tam olarak ne olduğunu bilmeden söylediğimiz patlıcanlı başlangıç çok hoştu, zeytinli püre gibi ve altında da peynir vardı sanırım. Yemek olarak ben bu sefer kuşkonmazlı fettucine söyledim. Odur budur derken en pahalı yemeğimizi burada yemiş olduk. Hani dostane bir ortam, güzel, modernize edilmiş lezzetler diyebilrim; ama service charge neden 15% diye sorguladık açıkçası. Neyse, dedik, Furla, Burberry gibi mağazalarin bir arka sokağındaki restorandan da farklı bir şey beklenmezdi, di mi ama…
4. Gün: Napoli
Sabah 07:00′de uyandık, hızlıca otelden çıkış işlemlerimizi halledip ayrıldık. Sabahın bu saatinde haliyle sokaklarda işine giden insanlar çoktu. Kaç gündür turist kalabalığına karışmışken bugün mesaiye gider gibi tren istasyonuna yürüdük hızlı adımlarla. İstasyonda bir süre trenimizi bekledik, caprese sandviç ve mocha ile kahvaltımızı yaptık. Intercity trenimiz oldukça konforluydu, dördüncü durak olan Napoli’ye varışımız iki saat içerisinde olacaktı. Gerçekten de saat on ikiye doğru Napoli’ye vardık.
Napoli’nin metrosu yepyeni. Sadece iki hat var ama işaretler yetersiz olduğu için doğru yönde misin ne yöne gideceksin, belli değil. Allah’a emanet gidiyorsun işte – aynı canım vatanımdaki gibi. Biz Cavour’dan önce Museo sonra Dante durağına gelip otele yürüyerek gittik. Otele yerleştikten sonra kendimizi dışarı attık ve gelişigüzel yürümeye başladık. Via B Croce’den geçerek gezdiğimiz yerler güzeldi. Özellikle Spaccanapoli sokağını not etmişim. Bir süre sonra enteresan gelen yerler aynılaşmaya, binaların eskiliği, duvarların grafitileri, balkonlardaki kupkuru kalmış saksı çiçekleri, dükkan önlerinde avare oturan esnaf, her an bir kavga çıkacakmış gibi hissettiren gergin bakışlar, vızır vızır geçen motorlar ve yollarda futbol oynayan çocuklar yormaya başladı. Lokal bir yer denemek için girdiğimiz yerde de ısıtıp verdikleri tatsız tuzsuz bir pizza yiyerek açlığımı biraz olsun bastırdım bastırmasına da dinlenmek için otele dönmek bir süre sonra şart oldu.
Akşamüzeri gözümüz gönlümüz açılsın, en azından biraz deniz görelim diye deniz kıyısına yürüdük. Kale’nin orada ve teknelere karşı fotoğraf çektirdik. Akşam yemeğini deniz kıyısında yan yana dizili restoranlardan birinde, L.u.i.s.e’de yedik. Bir şişe beyaz şarapla birlikte iki kişilik akşam yemeği 84 Euro geldi. Beyaz şarabımız, bu sefer Greco di Tufo, ana yemeğim ızgara kılıç balığı ve salataydı. Garsonumuzu ise sevemedik.
5. Gün: Pompeii ve Sorrento
Ertesi gün Napoli’den trenle ayrılarak yarımşar günlük Pompeii ve Sorrento gezilerimizi yaptık. Pompeii, cidden insanın kanını durduran bir tarihçeye sahip. Pompeii kenti, bizim bu sefer gidemediğimiz Herculaneum ile birlikte M.S. 79 senesinde, yani doğumumdan yaklaşık 1900 sene önce, Vezüv Yanardağı’nın patlaması neticesinde küller altına gömülmüş bir antik Roma kenti. Bu korkunç patlamadan sonra yüzyıllarca kayıp durumda olan kent, tesadüfen keşfedilerek turizme açılmış. Antik kentin kalıntıları arasında gezinirken, hele de lavlar ve küllerin altında kalarak hiç zarar görmeden olduğu gibi bugüne gelebilmiş yapılar ve mozaikler, hatta taşlaşmış insanları görünce insanın tüyleri diken diken oluyor. Kendini korumak için yüzünü, gözlerini kapatan, çömelen, yere yatan; ama sonuca mani olamayan insanlar…
Pompeii gezimiz öğle sıcağına denk gelince, birkaç kez yanımdaki eşarbı çeşmede ıslatmak ve kafama ve boynuma sarmak, bu yüksek ısıyı azaltmak için su içmek ve yüzümü yıkamak zorunda kaldım. İtalya’ya ilk kez giden biri olarak, bu geziyi yazın tam ortasında, Temmuz ayında yaptığıma pişman olmadım dersem yalan olur. Eğer siz de benzer zamanlarda gitmeyi düşünürseniz, tarihin ve güzelliklerin tadına çıkarmanızı zora sokacak cinsten bir sıcakla karşı karşıya kalacağınızı baştan söylemem gerek.
Pompeii’den sonraki hedefimiz yine trenle gittiğimiz güzeller güzeli Sorrento oldu. Kocaman bir tabak domatesli spagettiyi mideye indirdikten sonra benden iyisi yoktu. Sorrento’nun ara sokaklarında dolaşıp hediyelik dükkânlarına girip çıktık, ayrılmamıza yakın karşımıza çıkan manzara ise inanılmazdı. Sorrento Lift’in olduğu yerde, denizden metrelerce yukarıda bir uçurumdan masmavi denizi ve plajları seyredaldık. Fotoğraf çekerken başım döndü ama tek kelimeyle nefisti. Tren saatine çok az kaldığı için denize giremeden, Bar Villa Comunale Sorrento’da Cafe Fredo ve su içerek serinledik.
Trende, denizden dönen gençler, ıslak saçlar ve mayo üstü t-shirtler ile ayakta ve bol gırgırlı bir yolculuktaydılar. Neyse ki biz bu sefer ayakta değildik, ilk durakta binmenin mutluluğu ile tıngır mıngır gittik Napoli’ye. Akşam saat altı gibi şehre gelmiştik. Akşam yemeği bu sefer deniz kenarındaki restoranlardan I Re di Napoli‘de (http://www.iredinapoli.it) karışık yeşillik, domates, mozzarella ve mısırlı bir salata ile ana yemeğim scilatelli zucchni e gamberi idi. Kordon boyunda gezintiye çıkanları izledik yemek yerken. Kadınların botları ve yüksek topukları ile uzun elbiseleri, koyu makyajları ve sarıya boyalı saçları dikkat çekiciydi. Gördüğüm kadarıyla Napoli eşrafının giyimleri gayet kötü, erkekleri de pek yakışıklı değildi.
Nilhan Fidan
nilhanfidan@cosmoturk.com
http://nilhanfidan.com/
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER