Bir gençlik hatası de, bana suç bul, o yıllara isyan et ne dersen de vardığımız sonuç yanlıştı.
O yıllarda aklımız bir karış havada; üniversitedeki derslere koşturur, ardından okulun yanındaki kahvede masalardan birine oturur, benim eve gitme saatime kadar hiç bıkmadan laflar, bazen hayaller kurar ve bazen de sadece birbirimize bakışarak dururduk.
Benim o yaşa kadar hiç erkek arkadaşım olmamıştı. Üniversitenin ilk günlerinde seninle karşılaşmış, bakışlarından aldığım sıcaklıkla hissettiğim duygu bana hiç tanıdık gelmemişti.
Başkaydı bu;
adı her neyse, bol çarpıntılıydı.
Okulun açıldığına iki hafta olmuş, ikimizin de gözleri birbirimizi artık etrafta arar olmuştu. Hatta bazen etrafı gözlerken, birbirimize çarpışan bakışmalarımız bile oluyordu.
Ertesi hafta başında, ben kantinde ders notlarımın üstünden geçerken sen gelmiş ve “bu masada oturabilir miyim?” diyerek aramızdaki ilk cümleyi başlatmıştın.
Sonrası geldi işte..
Benim çekingen tavırlarıma sen nazikçe davranıyor ve gün geçtikçe bu güzel arkadaşlığa ikimizde iyiden iyiye bağlanıyorduk.
Adı Metin’di.
İnanır mısnız bilmem ama, tanışmamızdan tam üç gün sonra birbirimize adımızı sorduk ve böylece öğrendik.
Buna bile gerek duymamıştık.
Ta ki; tanıştığımız gün kantindeki masada bıraktığı ders kitabını, ona vermek için okulda arkasından seslenmek istediğimde onun ismine ihtiyaç duyduğumu fark ettiğimde anladım.
Sonrasında, arkasından koşmuş ve derse girmeden ona yetiştirebilmiştim.
Ben Şişli’de o Beşiktaş’ta oturuyordu. Her gün okul çıkışları hiç bıkmadan önce beni evime, daha doğrusu indiğim otobüs durağına kadar bırakıyor daha sonra kendi evine geçiyordu.
O benden bir üst sınıftı, iktisat okuyordu. İyi bir öğrenci ve okulda sevilen bir kişilikti. Amacı başarılı bir bankacı olmak ve mevkisine yükselmekti.
Ben ise veterinerlik öğrencisiydim. Çocukluğumdan beri hayalim olan bölümü kazanmış olmanın mutluğu ile biran önce okulumu bittirip işime başlamak istiyordum.
İlişkimizin üçüncü yılıydı; Metin okuldan mezun olmuş, bittirdiği gibi bir bankada işe başlamış ve herkesin gözüne girebilmek için canla başla işlerine gömülmüştü.
Ben ise; okulun son yıllında bir hocayla tartışmış, yeni başladığım stajın ve okulu bittirmenin tüm stresi ile Metin’inin üstüne giden bir hal almıştım.
Etrafımdaki herkesin melek dediği ‘Şebnem’ yani ben bile bazen kendimi tanıyamayacak hallerde bulabiliyordum.
Tartışmalarımız; Metin’in alttan alma ve hatta çoğu zaman sessiz kalmalarıyla sayemde daha da alevleniyor ve gün geçtikçe daha da kopuklaşan iletişimlere yol açıyordu.
Mezuniyetime yakın bir günde onu arayarak ilişkimize son vermek istediğimi söylemiştim. Benim ona bunları yaşatmaya hakkım yoktu, biz birlikte olsak da herkesin içinde yaşadığı bir hayatı vardı.
Bu tavırlarım belki de yükselmekte olan Metin için bir gerileme sebebiydi. Olumsuzluktu.
Tabi ki mezuniyet günüme Metin’i çağırmamıştım.
İple çektiğim bu günü, bu kadar isteksiz geçireceğim aklıma gelmezdi.
Tüm olumsuzlukla rağmen, okulumu başarıyla tamamlamış ve mezun olmuştum. Çıkışta Metin elinde kocaman bir kırmızı gül buketiyle beni arabasının önünde bekliyordu. Kapıyı açtı beni arabaya bindirdi ve bana sadece bir yere gidip biraz sohbet edelim dedi. Yol boyunca başka hiçbir şey konuşmadık.
Nihayet arabayı bir yere çekti ve konuşmaya başladı. Nedir durumumuz, senin ve hatta benim durumum. Artık buna bir ad koyalım, bu durum benim iyiden iyiye canımı sıkıyor demişti.
Metin diyerek söze girmiş ve ona bu durumun adı ‘ayrılık’ demiştim.
O ‘ad koyalım’ derken, ilişkimizi artık resmiyete dökelim anlamında söylemişti.
O an çıkmasını durduramadığım nice cümlelerim,
ve artık aradaki boşlukları dolduramadığım nice satır başlarım var benim.
Kestirip atmıştım…
Zamanla geriye baktığımda, içinden çıkmak istediğim çok cümlem oldu benim.
Dediğin gibi zamana bıraktım her şeyi.
Anladığım giden bir aşk vardı ve geriye kalan daha ağırdı.
Aylar geçti, çalıştığım klinikte devamlı köpeğinin bakımı için uğrayan ‘Cem’ adında bir bey vardı.
Git gellerle aramızda bir arkadaşlık başlamış, ve kısa süre sonra bu birliktelik evlilikle sonuçlanmıştı.
İkimizin de birbirinden çok bir beklentisi yoktu. Sadece iyi birer arkadaş ve hoş vakitler geçirebiliyorduk.
Kısacası ikimiz de yorgunduk.
Böyle bir birliktelikle, ikimiz de birbirimize derman olmaya çalışıyorduk.
Senin hakkında aldığım en son haber, İngiltere’ye taşınmış olmandı. Orada bir bankaya geçmiş ve hayatına artık orada devam etmeye karar vermiştin.
Cem’le tarif ettiğim kadarıyla anlayabileceğiniz, çok düzenli bir hayatımız vardı.
Sabah sekizde kahvaltıya oturulur, akşam sekizde yemeğe geçilir, dokuz buçuk gibi meyve saatimiz olur ve on bir gibi de yatılırdı, tabi çok ender olan istisnaiyi durumları saymazsak.
Böyle geçen iki yılın ardından, planlı olarak gerçekleşmeyen bir durumla karşılaşmış ve ben hamile kalmıştım. Bu ikimizi de büyük heyecana sokan bir durum değildi.
Cem çok çocuk seven biri değil ben ise şimdilik mutluluktan havalara uçan bir anne adayı değildim.
Bir eşim, monotonlukla isim yarıştıran bir evliliğim ve çok sevdiğim bir işim vardı.
Bir çok kadın gibi, genç kızlık zamanlarımda hep hayallerimi süsleyen bu durum, baktığımda zamanla hayatımda rafa kalkmış bir gerçekmiş.
Günler geçtikçe yani zamanla bu annelik durumuna daha alışıyor, çıktığım alışverişlerde devamlı bebek reyonların kolaçan ediyor ve yediklerime özen gösteriyordum.
Bazı akşamlar Cem hiç beklemediğim sürprizlerle eve geliyor, bu bazen elinde ayıcıklı bir çiçek, bazen en sevdiğim dondurma ve bazen de annelikle ilgili aldığı kitap ve cd’ler oluyordu.
Her şeyin yolunda gittiğini düşünürken, bebeğimiz için durumlar hiçte öyle değilmiş.
Çok alıştırmıştı bize kendini, geleceğine ve hayaline…
Mecburu verilen bir kararla bebeğim benden alınmış ve ardından bende uzunca bir izne ayrılıştım.
Beklenmedik bir anda pembeleşen hayatım, birden sararmış ve hatta yine grileşmişti.
Cem’le ilişkimiz eski halini almış, o kitaplarına gömülü halde yaşadığı hayatına dönmüş, evimizin içinde olan saatlik yemek faaliyetlerinde sadece buluşur olmuştuk.
Bir şeyler değişmeliydi. Bunalmıştım.
Londra’da olan arkadaşım Sevil’in yanına gitmeyi uzunca zamandır planlıyordum.
Ama tekrar buraya döndüğümde aynı hayata devam etmek istemiyordum.
Ayrılalım dedim Cem’e.
Dostça başladık, saygıyla yine aynı dostlukla bittirelim.
Cem kısa bir sessizlikten sonra, ‘peki’ dedi.
Kısa süre sonra işlemleri tamamlayıp, boşanmıştık.
Cem hayatımın sonuna kadar dostum olarak kalacaktı. Onunla bu hayatta bu şekilde başlamıştık, böyle bitirmeliydik.
Sıkıca birbirimize sarılarak, orada ayrıldık.
Yeni eve taşınma, yerleşme, düzen derken Sevil’in yanına Londra’ya gitme işi altı ay rötarlı olarak gerçekleşiyordu.
Kendimi yeni doğmuş gibi hissederken, içimdeki kış bahara teslim olmuştu.
Yaz ayında altı haftalık, uzunca bir tatildi bu benim için.
Sevil orada bir okulda eğitimciydi. Kısa süreli ders saatlerinden arta kalan tüm zamanını, benimle beraber değerlendiriyordu.
Bir sabah o okula giderken; bende semtte bulunan parka kitabımla gitmiş, onun okuldan geliş saatini beklemeye başlamıştım.
Kitabın en güzel yerinde ara verip, yakında olan kafe’den bir kahve almak için yola koyulmuştum. Dükkandan içeriye girdiğimde saatin on iki olduğunu, içeride bulunan kalabalıkla fark etmiş.
Hangi kahveden alsam diye düşünüyordum ki, kasadan bir çocuk Mr. Metin, bırakılan kredi kartının üstünü okuyabildiği kadar ‘Metin Ayaz’ diye bağırıyordu. Birden yerimde donup kalmış, ve kafamı çevirmemle koşarak kasaya gelen Metin’i görmüştüm.
Hemen başımı çevirmiş ve çaktırmadan camekandan yiyecek bir şeyler bakınıyormuş gibi yapıyordum.
Derken Metin beni fark etmiş ve şaşkın bir ses tonuyla ‘Şebnem’ demişti.
İçimden ‘ah bee..’ diyerek geçirmiş ve Metin’e dönerek ‘tebessümle merhaba’ demiştim.
Ayakta sorulan ‘ne zaman geldin, ne yapıyorsun,yakınlarda mısın ?’ gibi sorulardan sonra, kısaca Sevil’in yanına tatile geldiğimi, iki haftamın geçtiğini, dört haftam kaldığından bahsetmiştim.
O da, Londra’da yaşamaya başladığını, ilk İngiltere gittiğini, sonrasında buraya taşındığından falan bahsetmişti.
Ardından da, tüm içtenliği ile akşam bir programımın olup olmadığını sormuştu.
Sevil’e tatile geldiğim için, onu yalnız bırakamadığımı söylemiş ve ondan gelen ‘o da gelsin tabi ki’ cevabı ile arkadaşıma sormadan akşam için onu da bir programa dahil etmiştim.
Metin ile vedalaşıp, parktaki bankıma geri döndüğümde sanki ilk gece buluşması gerçekleştirecek kızlar gibi ‘ne giysem, saçımı ne yapsam, hangi parfümü sıksam’ gibi telaşlı düşüncelere dalmıştım.
Sevil parkın kapısında içeri girdiği andan beri, benim düşünceli halimi görmüş ve bir şeyleri sezmiş olacak ki yanıma gelir gelmez ‘ne oldu ?’ diye bir soru yöneltmişti.
Başımdan geçen olayı kısaca anlatmış ve ondan ‘tamam gelirim de, gelmesem daha iyi’ cevabını almıştım.
Tabi ki bu gece beni yalnız bırakmayacaktı.
O gün dışarıda bir şeyler yapmadan, eve gittik hemen.
Böyle bir davet için yanımda hiç uygun kıyafet yoktu. Pantolon, etek, t-shirt ve şapkalarımdan başka.
Neyse ki, pantolonlarımdan birinin üstü için Sevil’den bir bluz ayarlamıştık.
Akşam sekiz gibi Metin bizi evden almış ve Sevil’in dediğine göre çok meşhur bir et lokantasına götürmüştü.
Sevil tabi ki hikayemiz bilen birisiydi, hatta birbirlerini isimlerini duymuş fakat hiç tanışmamış olmaları, hepimizin böyle bir tesadüfle aynı masada buluşmuş olacağı, kimsenin aklına gelmezdi.
Yemek; küçük alışma konuşmalarıyla sıcak başlamış, sohbet gecenin ilerleyenin saatlerinde şarabın da etkisiyle kahkahalarla devam eder hale gelmişti.
Lokantanın kapanmasına yakın çıktığımız saatlerde, caddeler bomboş, biz ise bir yandan diğer yana savrulan adımlarla yolda ilerliyorduk.
Arabaya binip, kapıya geldiğimiz zaman Cem’den ‘yarın seni yine aynı saatte parkta görmek istiyorum’ cümlesini duymuştum. Bende beliren utangaç liseli kız havasıyla, ona sadece ‘iyi geceler’ diyerek, açık olan evin kapısından içeriye girmiştim.
Kapıyı kapatır kapatmaz, Sevil ile kahkahayla çığlık atmış ve birbirimize sarılmıştık.
Pijamamızı giyip yatağa yatar yatmaz gecenin kritiğini yapıp, birbirimize ‘iyi geceler’ demeden uykuya dalmıştık.
Sabah uyandığımda Sevil çoktan okuluna gitmişti. Çok uzun zaman sonra ilk defa güne bu kadar tebessümlü uyanmıştım.
Bir kahve koyup bilgisayar başına geçtiğimde, kutumda yıllar sonra Metin’den gelen bir mesaj vardı.
İçinde sadece ‘saat on iki de parkta ol’ yazıyordu.
Saat on birdi, kot pantolonumun üstüne getirdiğim bütün t-shirtleri deneyip, en sonunda bir tanesine karar vererek kendimi sokağa atmıştım.
Parkta beni öğlen yemeği için elinde paketlerle bekleyen biri vardı….
Koşarak yanına gitmiş ve ‘geç kalmadım umarım demiştim’.
Banka oturup keyifle yemeklerimizi atıştırarak, sohbete koyulmuştuk. Ben konuşurken onun gözlerinin içine bakamıyor, o ise gözlerimin içine dalmak için elinden geleni yapıyordu.
Biz yeniden beraberdik…
O gün ve ertesi gün, öğlen ve akşam yemekleri, hafta sonları, yağmurlu, güneşli, maç sonrası, toplantı arası.
Ve hatta bir ömür boyu..
İki köpeğimiz, bir oğlumuz ve Sevil ile..
NEMZA SİNANOĞLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER