Hikayemiz, ben okula yetişmek için kapıların kapanmasına son saniyeler kala içeri girebildiğim metroda başlamıştı. Hareket eden vagonda, ayakta durabilmekte son derece yeteneksiz olan benim, etrafta tutunacak yer var mı edasıyla bakınmam ve yanımdaki beyefendinin “isterseniz, bana tutunabilirsiniz” demesiyle başlamıştı.
Beyefendi dediysem de, yaşı benden çokça değildi. Ben yirmi iki, o en fazla benden birkaç yaş büyüktü. O yıllarda yüksek lisans yapan ben, aynı zamanda da bir gıda firmasında stajyer olarak çalışmaktaydım. Çok severek okuduğum “Gastronomi” bölümünden sonra, “İşletme” alanında yüksek lisans yapmaktaydım. Yolculuk esnasında, yere kapaklanmamak için bir ara onun kolunu tutmak zorunda kalmıştım.
Devamında, yüzüne bakıp özür dileğimde “Önemli değil, lütfen çekinmeyin” diyerek tebessüm etmişti. Neyse ki bu son duraktı ve ben okuluma yetişmiştim.
Gündüz stajımı yaptığım fabrikada, bazı öğleden sonraları ise okuluma gidiyordum. O hafta firmamızın, geleneksel kuruluş yıldönümü kutlama organizasyonları vardı. Ekipçe performanslarımızın üstünde çalışıyor ve eksiksiz bir gün organize etmek için uğraşıyorduk. Böyle olunca, her ne kadar araba kullanmayı sevmesem de, o hafta iş ile okul arası yolculuğumu bu şekilde yapıyordum. O gün iş arkadaşım Aysel de, organizatörle son hazırlıklarla ilgili görüşmek için benim arabama binmiş ve böylece yol çıkmıştık.
Fabrikamız, şehrin biraz dışında yer alıyordu. Yola çıktığımızda az ileride, birisinin arabayı köşeye çekip yardım beklediğini görmüştük. Aysel “dur bir bakalım, neye ihtiyacı varmış” derken, ben “aman Aysel, arabası bozulmuş belli ki, sen araba tamirinden anlıyor musun ?” sorusunu sorarak, ama içim de el vermeyerek arabayı kenara park etmiştim.
Arabayı durdurduğumuzda Aysel inmiş ve duran araç sahibine durumu sormuştu. Ardından yanıma gelen Aysel, “arabanın bozulduğu falan yokmuş, benzini bitmiş demişti.” İçimden söylenerek yerimden kalkmış ve her zaman hazırlıklı yola çıkan ben bagajdan bidonla benzini alarak, diğer araca götürmüştüm.
Karşıdaki aracın sahibine dikkatlice baktığımda, o gün metroda karşılaştığım kişi olduğunu anlamıştım. O da benim yüzüme bakıp tebessüm ederek, tanıdığı belli bir şekilde “merhabalar” demişti. Ardından, “dalgınlığıma geldi, hiç böyle olmaz, bu ara o kadar yoğunum ki, nasıl oldu” diyerek kendince söylenmiş ve ekleyerek, az ilerideki fabrikayla görüşmem var, nasıl olsa orada bir yerler vardır diye düşünmüştüm demişti. Biz Aysel ile birbirimize bakarak, “sizin işiniz hallolduysa, bize müsaade” diyerek oradan ayrılmıştık.
Aysel’in ağzını suyu aka aka arabaya binmiş “ayy kızım çocuk çok yakışıklı, belli ki bizim farikaya gidiyor, niye ki acaba, bizde mi çalışmaya başlayacak, ay ne güzel olur” diyerek kendince beyin fırtınası yapıyordu.
Neyse ki, trafik fazla yoktu ve ben onu, ayrıca hayallerini kısa sürede istedikleri yere bırakmış ve hızlı bir şekilde okulumun yolunu tutmuştum.
Yoğun dediğim hafta gerçekten de çok yoğundu, okulun dersleri, uykusuz geceler, görüşmeler, toplantılar…
Neyse ki, büyük gün gelmiş ve hepimiz geceye yakışır şekilde özenle hazırlanarak, organizasyonun olacağı otelin yolunu tutmuştuk. Görünen o ki, her şey eksiksizce tamamlanmış ve gelen konuklar ve ev sahiplerinin yüzüne yansımıştı bu durum.
Gecenin açılış konuşmasının ardından, yemek servisleri başlamış ve her şey olumlu giderken masa masa dolaşıp herkesle konuşan kişi gözüme ilişmişti. Ardından Aysel’den gelen küçük çapta çığlık sesleri “Pınar, Pınaaaar…..Görüyor musun kim var orda!!” sözleri masadaki herkesin dikkatini çekmiş ve ben küçük tebessümümle ona “evet gördüm Aysel’cim, şimdi önüne dönüp yemeğinle ilgilenir misin” diyerek onu susturmuştum. Kısa bir süre sonra, masamız gelen kişi oydu. Masadaki herkese, “her şey yolunda mı, bir isteğiniz var mı ?” gibi sorular yönelterek tebessüm ediyor ve derken beni görünce duraksayarak küçük bir selam veriyordu. Sonrasında “iyi eğlenceler” dileyerek oradan ayrılmıştı. Ardından Aysel “ gördün mü seni tanıdı gibi, ayy ne işi var burada acaba, çok merak ettim” gibi sözlerle benim bu konudaki dalgınlığıma dış ses oluyordu.
Bu tesadüfler beni baya bir düşündürmüştü. Geceye dönmem gerekliydi, her şey güzel geçmiş, patronumuz organizasyon bitiminde hepimize teker teker teşekkür etmiş ve oradan mutlulukla ayrılmıştık.
Ertesi gün biz her zamanki gibi ofisimizde çalışırken, kapı çalınmış ve “o” içeri gelmişti. Dünkü organizasyonda, onları ve otellerini tercih ettiğimiz için teşekkür ederek odamıza bir çiçek ve bir kutu çikolata bırakmıştı. Çiçeğin üstünde, adı ve unvanı yazıyordu. Kendisi , organizasyonu yaptığımız otellerin genel koordinatörüymüş “Ozan” bey.
Bu güzel jest, ofisteki bütün kızların gönlünü almış, kendi çapında konuşmalara neden olmuştu.
Aylar geçmiş yaz gelmiş, şirketimizden canım arkadaşım Neşe evleniyordu. Kır düğünü konseptli mekana, tüm ekipçe gitmiş ve bu güzel güne hep beraber şahit oluyorduk. Kokteyl sona erip masalarımıza yerleştiğimizde, yan sandalyeme oturup yerleşen kişinin “Ozan” olduğunu fark etmiştim.
Bu bir rastlantı olamazdı artık…
Evet öyle değildi de. Neşenin eşin Emre’nin okuldan arkadaşı olan Ozan, benim hayatımda kimse olup olmadığını sordurtmuş ve mümkün olursa o gece yemekte bizi denk düşürmelerini istemişti.
Yeni evli, mutlu çiftimiz sayesinde dip dibe bir gece geçirmiştik. Ozan halinden zaten hoşnut, ben ise Neşe’nin mutlu haliyle güzel bir gece geçiriyordum.
Arkadaşlığımız o gece ile devam etmiş ve daha da ileriye doğru taşınmıştı. İlişkimizde iki yılı devirdiğimiz o dönemde, Ozan’nın kendi adına kurduğu reklam şirketinde bazı olumsuzluklar belirmişti. Stresli, gece sabahlara kadar yoğun çalışmalar ve ruhen yaşadığı bazı olumsuzluklar bizim aramızda da tartışmalar ve zamanla geçimsizliklere yol açmıştı.
Ve bir dönem sonra, ilişkide ayrılma kararı almıştık.
Bana göre bitmiş, ona göre ara vermiştik.
Aradan iki yıl geçmiş ve itiraf etmeliyim ki ben aslında Ozan’ı unutamamıştım.
Ani bir kararla işimden istifa edip, uzunca bir zamandır araştırma yaptığım İtalya’nın yolunu tutmuştum.
Tek istediğim, gereksiz yoğun yaşadığım o ortamdan biraz sıyrılıp, bu çok sevdiğim ülkede kafama göre takılmaktı.
İlk işim bir pizza’cı da işe başlamak oldu. Gıda bölümünden mezun olmam, bu işe girmemede yardımcı olmuştu. Sıcak kanlı İtalyan’lılarla kaynaşmam çok zaman almadı. Ben onlara adapte olmaya çalışırken, onlar bana Türkiyeyi, İstanbul’u soruyor, merak ettikleri konularda bilgi alıyorlardı. Günlerimin çoğunu iş çıkışları, Vespam ile sokakları dolaşarak ve tuttuğum küçük odamda keyfimle dinlenerek geçiriyordum.
Buraya geldiğime yaklaşık altı ay olmuş ve tahminimce daha da kalmayı planlıyordum. Küçük bir hayatım ve sıkıntısız bir yaşamım vardı.
İstanbul beni yormuştu…
Çok fazla insan tanımamak ve bir anda kapıyı çekip gidebileceğin bir yerin olması, bağımsız olmak, insanda inanılmaz bir özgürlük hissi veriyordu.
Bir ordaydım bir burada..
Ama Ozan’ı unutamamışım..
Bir türlü yapamıyordum, gelen yeni ilişkiler geldiği gibi gidiyorlardı.
Çabalıyordum ama olmuyordu..
Yine bir sabah, İtalya sokaklarına güneş çok güzel bir şekilde vurmuş, ben çalıştığım mekana geldiğimde müşteriler dışarıdaki maslarımızı doldurmuştu bile.
O gün, diğer günlerden çok daha yoğunduk. Konuşmalardan anladığım kadarıyla, bir şirket buraya hem toplantı, hem de gezi için gelmiş ve kalabalık olan bu kafiye, öğlen yemeği için bizim mekanımızı seçmişti.
Çalışanlarımızdan Lusi “dışarıdaki gelenler Türk galiba, bakmak ister misin?” derken, masalara servis yapan Bob ise “Pınar dışarıdakilere yetişemiyorum, biraz yardımcı olabilir misin ?” demişti.
Ben dükkandaki genel iç işlere bakıyor ve işlerin boş olduğu saatlerde mutfakta yeni yemek tarifleri öğreniyordum.
Bob’un çağrısına “tabi hemen geliyorum” diyerek seslenmiş ve dışarıdaki masalara yönelmiştim.
Etrafı kolaçan ederken, birden onu görmüştüm. Ozan o ekiple birlikte buraya yemeğe gelmişti.
Ne yapacağımı bilemez halde, panikle içeri girmiş ve istem dışı tırnaklarımı kemirirken bulmuştum kendimi.
Bob’a, ekipte görmek istemediğim bir tanıdık olduğunu kısaca anlatmış ve ben içeriden tabakları hazırlayarak ona serviste böylece yardımcı olacağımı söylemiştim.
Anlaşmıştık.
Gün, bu büyük ekibin dükkanımızdan mutlu ayrılmasıyla sona ermişti.
Ben perde arasından, Ozan’nın gidişini seyrediyor ve öylece ona bakıyordum ki, Bob gelip hesabı kapatmamı söylemişti.
Kısa bir süre sonra, dükkandan hesabı kapatarak çıkmış ve motoruma doğru yürümüştüm.
Tam kaskımı takarken, bana bakan kişinin o olduğunu fark etmiştim.
Beni görmüş ve tanımıştı…
Heyecanla kaskımı takıp, hızlıca oradan uzaklaşmıştım. Eve vardığımda, kapıyı kapatıp, bunun bir hayal olduğunu kendime inandırmaya çalışsam da.
Hayır değildi..
O gece erkenden yatağıma yatmış ve bu anı unutmak istemiştim.
Nafile..
Gözüme uyku girmemiş halde, sabahlayarak dükkanın yollunu tutmuştum.
Oraya vardığımda, sabahın erken saatlerinden beri beni kapıda beklediğini söyleyen Ozan vardı.
Onun söylediklerine sağırdım sanki, duymuyor ve belki de duymak istemiyordum.
Ama niye ? Bunun nedenini de bilmiyordum..
Belki, bunca yıl beni aramamsından..
Belki gururdu yaptığım..
Bilmiyordum.
Tüm ısrarlarına karşın, hayır demiştim.
Direnmiş, evim yolunu sormuş bulmuş ve kapıma dayanmış olsa da ona cevap vermemiştim.
Bir haftalığına geldiği İtalya’nın fırsat bulduğu her toplantı çıkışında soluğu benim yanımda almış, fakat cevabım aynıydı.
Yağmurun bastırdığı bir gece, haline dayanamayıp onu eve almış, sadece bir kupa kahve ve havlu vererek Ozan’ı uğurlamıştım.
Ertesi gün İstanbul’a dönmüştü.
Tekrar geleceğim, diyerek.
Sonbahar geçmiş, kış gelmiş, o da geçmiş ve Ozan’dan çıt yoktu.
Gittiği gibi kayıplara karışmıştı.
Bende hayat bilindiği gibiydi, İstanbul’daki ailem artık geri dönmemi istiyor, bu İtalya mevzusunun artık çok uzadığını söylüyorlardı.
Hiç niyetim yoktu.
İlkbahar geçti, yaz geldi.
Ben bir sabah yine işimin yollunu tutmuşken, sabahın bu saatine karşın dükkanın dışarıdaki tüm masaları dolmuş ve millet ellerinde menüler sipariş vermek için garson bekliyorlardı.
Dükkandan içeriye hızlıca bir giriş yaptığımda, Lusi ve Bob beni görür görmez “Pınar yardım et, yine bir kafile geldi ve kahvaltı bekliyorlar” demişti.
Ve eklemişti Bob, “sen siparişleri al ve bana ver”.
Hemen dışarıya çıkarak, elimde not defteri bir numaralı masaya gitmiştim.
- Evet, siparişleriniz neler ? dediğimde, menüyü yüzünden indirenin annem olduğunu görmüştüm. Şoku üstümden atlatamamışken, ardından yan masadaki menüyü yüzünden indirenin babam olduğunu görmüş ve arkamdaki diğer masalardan, Pınar seslenişlerini duymuştum.
Geriye dönüp baktığımda, masalara dağılmış oturanların Aysel, Neşe, Emre, Ananem, Ozan’ın annesi ve babası, ardından tabi ki Ozan’ı görmüştüm.
Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmış halde karar verememişken.
Ozan yanıma gelerek, tüm masaları karşısına almış bir halde, “Tüm aile, seni görüp, istemeye geldik demişti”.
Ve tabi ki, benimle evlenir misin diyerek, herkesin huzurunda bana evlenme teklifi etmişti.
“Evet” diyerek, bu tesadüfleri uzatmaya hiç niyetim yoktu.
Teklifini kabul etmiştim.
Ve işte, sabahın o erken saatlerinde İtalya caddeleri mutluluk anlarına tanıklık etmişti…
Sonra ki konuşmamızda bugünün tarihini sormuştu bana Ozan, etrafıma bakınıp heyecanla bugünün tarihi ne ? demiştim.
İki Hazirandı, ama bu gün neyi çağrıştırıyordu ki bize ?
Dört yıl önce, benim en büyük hatamı yaptığım tarih diyordu Ozan.
İlişkimize ara verdirdiğim.
Ve ekliyordu,
ben o güzel tesadüfleri hayatımıza küstürmemek için, hiçbir günü sevmedim, bu yıl beni sana getirecek olan iki Haziran kadar..
Ve düşündüm de;
hiçbir tesadüf sen kadar güzel olamazdı ve anlamı büyük olan.
İki Haziran.
Takvimde ağır basan, Ozan’ın gözünde benim kadar anlamlı olan…
NEMZA SİNANOĞLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER