Hep çocukluğumdan kalan, gri sayfalarda hatırladığım tek şey o renkli kırmızı elma şekerleriydi…
1970 yıllında ben daha beş yaşındayken göç etmiştik Amerika’ya. Çocukluğumun geçtiği Üsküdar/Kuzguncuk’a dair sadece, sahilde yürütüldüğüm anlar ve bir çocukla yediğim kırmızı elma şekeri saklı duruyor hafızamda.
Buraya ilk yerleştiğimiz yıllarda, ben sürekli İstanbul’daki arkadaşlarımı sayıklar, bir bir onları isimlerini söyler, buraya gelsinler onlarla oynamak istiyorum dermişim.
Sonra tabi yıllar…. Yıllar geçtikçe, zaman aşımına uğrayan hayaller, yeni kurulan hayatlar, gidilen okul ve arkadaşlıklar…
Yıllar geçmiş, İstanbul’da hiçbir yakın akrabamız kalmış olmasa da, annemin yıllardır mektuplaşmayı bırakmadığı komşumuz Emel hanım vardı. Hatta birkaç yıl önce, buraya olan bir gezisinde bizimle de görüşmüş, benim doğduğum ev ve Kuzguncukla ilgili meraklı sorularıma karşılık, “gel benim misafirim ol” demişti. Bu o günden beri hep aklımın bir köşesindedir.
Anneme yaza İstanbul’a gitmek istediğimi söylediğinde sıcak bakmış “olabilir” demişti. Babam ise bu işlere karışmaz, gezip görmemem gereken ne yer varsa, git gör derdi.
Bahar geldi ve ben yaza yolculuk için gidiş hazırlıklarımı yapmıştım. Annemden aldığım çocukluk fotoğraflarında bir de Ayşe vardı hep yanımda , “ya o çocuk dediğimde anneme ? Elma şekeri var hep aklımda ve yanımda oturan bir erkek çocuğu.”
Annem anımsadım tamam, “ şekerci Ali beyin oğludur herhalde bahsettiğin, ama inan kızım hatırlamıyorum çocuğun adını”.
Neyse.
Okullar tatil olunca, İstanbul yollarına çıktım. Doğru Emel hanımların evine. İnsan başka neye bu kadar heyecan duyar bilemiyorum, ama yıllardır hayalimdeki sisli perdeyi aydınlatmak istiyordum. Orada yarım kalan çocukluğum ve isimlerini oyunlarımda yalan/yanlış nice oyuncaklarıma verdiğim arkadaşlarımı.
Uzun bir yolculuktan sonra, İstanbul’a ayak basmıştım. Hava alanında Emel hanım ve eşi beni karşılamaya gelmişlerdi. Emel hanımın hiç çocuğu olmamış, yirmi beş yıllık Mehmet beyle mutlu bir evlilikleri vardı. Bu tatlı çiftle birlikte evlerini yolunu tutmuş, yolda giderken bana nereleri gezip görmek istediğime dair yerleri soruyorlardı.
İnanır mısınız, ilk önceliğim mahallem ve merak ettiğim silüetlerdi.
Onlara yanıt olarak; size daha önce söylediğim gibi, ben ilk önce mahalleyi biraz gezmek, o havayı solumak istiyorum demiş ve ardından gülümseyerek arada sizinle de çarşı-Pazar gezeriz Emel hanım demiştim.
Arabadan indiğim ilk an, sanki her yer canlanmıştı. O yokuş, ardı ardına yan yana duran üçüz cumbalı tahta evler.
Sorularım ardı arkasına geldi.
-Burada bir yaşlı madam mı oturuyordu?
-Evet Zeynep’cim; o çok yaşlı madam seni çok sever, cumbasından sarkıttığı sepet ile sana hep şeker uzatırdı diyor.
-Ya burada da sanki bir amca vardı ?
-Evet Zeynep’cim. Orada bir araba tamircisi amca vardı, bisikletin bozulur ağlayarak hep ona götürür ve o da tamir ederdi diyor.
Kapıda elinde valizimle bekleyen Nezih beye ( Emel hanımın eşi ) siz çıkın lütfen ben biraz daha etrafı seyretmek istiyorum demiştim.
Kapı önünde çevreye biraz bakındıktan sonra, köşedeki bakkala gidip akşam için ekmek almıştım. Tabi bu bir bahaneydi, gördüğüm yüzü acaba tanıyabilecek miydim ?
Genç bir çocuk vardı kasada duran, para üstünü beklerken çocuğa o kadar dikkatli bakmışım ki, abla bir şey mi diyecektin ? diyerek beni dalgınlığımdan uyandırmıştı.
Hayır, teşekkür ederim diyerek paranın üstünü alıp oradan ayrılmıştım. Emel hanımların evine girdiğimde, beni muhteşem bir sofra karşılamıştı. Belli ki sevdiğim ne varsa annemden öğrenilmiş ve benim için tek tek hazırlanmıştı.
O gece ne kadar çok yemek yediğim hiçbir zaman unutmayacağım. Her şey müthişti. Bir de yemek sonrası gelen ekmek kadayıfı tatlısı, beni mest etmişti.
Gece çok geç olmadan, onlardan yatmak için izin istemiş ve hazırlanan misafir odasına geçerek anında deliksiz bir uykuya dalmıştım.
Sabah olduğunda tüm yorgunluğumu atmış bir şekilde uyanmış, odama yansıyan güneşe bakarak ona, “günaydın çocukluğum” demiştim.
Az sonra Emel hanım odamın kapısını vurarak,” Zeynep’cim” diyerek seslenmişti.
-İçeri buyurun, günaydın demiştim.
- Yüzüme bakarak güzel gülümseyen tebessümüyle; iyice uykunu alıp, dinlenmeni bekledim. O zaman kahvaltıyı hazırlıyorum demişti.
-Tamam diyerek, üstümü giyinmeye koyulmuştum.
Ben hazırlanırken, içeriden nefis yumurtalı ekmek kokuları geliyordu. Odadan çıkıp, masaya doğru yöneldiğimde bu tahminim doğruydu ve nice güzel/özel hazırlanmış kahvaltılıklar.
Nezih bey içeride gazetesini okurken bu sabah ilk defa onu eşinin değil, benim kahvaltıya çağırdığımı duyduğunda çok duygulandığını dile getirmişti.
Önceden dediğim gibi, onların hiç çocuğu olmamıştı. Olmasını çok istedikleri halde gerçekleştiremedikleri bu durum, belki de onlara nazaran çocuk sayılan benim yaşımda bir misafiri ilk defa evlerinde ağırlamanın içten içe heyecanını paylaşıyorlardı.
Kahvaltı harika geçmişti. Masada bugün yapmayı planladığım şeyleri bana sormuş ve gitmek istediğim yerleri çekinmeden söylememi ve durumdan memnuniyet duyacaklarını dile getirmişlerdi.
Bugün sizinle biraz aşağı mahalle, yukarı cadde dolanmak istiyorum Emel hanım, eğer size de uygun gelirse demiştim.
Hiç beklemediği bu teklif karşısında çok mutlu olan Emel hanım, gözleri parlayarak “tabi Zeynep’cim” demişti.
Kahvaltı masasından kalkıp kahvaltılıklar toplanırken, Emel hanım Nezih beye “senin kahveni verip, biz çıkarız Nezih” demişti.
-Ben hemen araya girip “eğer müsadeniz olursa, bugün Nezih beye ben kahve pişirmek istiyorum” diyerek sesli bir şekilde bu isteğime cevap beklemiştim.
-Nezih bey hoşnut bir ses tonuyla “ memnuniyetle Zeynep’cim, sen pişirmek istedikten sonra, benim için zevk demişti”.
Emel hanım toparladığı mutfağının ardından, odasına geçip dışarı çıkmak için hazırlanmaya koyulmuştu. Ben kahveyi pişirip içeri servis yapana kadar, hazırlanmış ve bana “istediğin zaman çıkabiliriz” demişti.
Ben hazırdım.
Sokağa ayak bastığımızda, nereleri dolaşmak istediğimi sormuş ve bir aşağı bir yukarı bizim eski semti gezemeye koyulmuştuk. Yolda Emel hanımın koluna girmem, onun çok hoşuna gitmiş hatta “rahatsız oluyorsanız kolunuzdan çıkabilirim” dediğimde, tebessümle “yo bilhassa çok memnun” demişti.
Yoldan geçerken, karşılaştığımız bazı semt sakinlerine, beni tanıştırıyor “Elif hanımın kızı, İstanbul’u ziyarete geldi” diyerek eski komşularımızla bebekliğimden sonra tekrar karşılaşıyordum.
Komşumuzla sohbet ederken, gözlerim bir anda yokuştan aşağıya doğru inen bir kıza takılmış, “Ayşe diyerek karşısına çıkmış ve benim gözlerimin içine baktıktan sonra Zeynep diyerek” birbirimize sarılmıştık.
Bu inanılması güç bir seziydi, buğulu çocukluk geçmişime içimdeki uyanan hisler yardımcı olmuş ve Ayşe’yi oracıkta tanımıştım.
Ayak üstü “ne zaman geldin, nasıl gidiyor, neler yapıyorsun” derken, Emel hanım “aaa bu böyle ayak üstü olur mu ? Hadi bakalım eve gidiyoruz, diyerek” o çok coşkulu sohbetimize evde devam etmemizi sağlamıştı.
Öğle vakti girdiğimiz eve, gün akşamı buluncaya kadar hiç susmadan sohbet etmiş ve tüm merakımızı birbirimizde gidermiştik.
O benden bir yaş büyük olduğu için, üniversiteye başlamış “İngiliz dili ve edebiyatı” okuyordu.
Keyifli mutlu bir genç kız halinde olan Ayşe, diğer yaz Amerika planlarından da bana bahsediyor, dili geliştirmek için oraya gelebileceğini anlatıyordu. Devamında içeriden gelen Emel hanımın “hadi yemek hazır “ cümlesiyle masaya geçmiş ve hep birlikte yine onun leziz yemeklerini yemiştik. O akşamı öylece kapatırken, ertesi gün dersi olmadığını söyleyen Ayşe ile sözleşmiş ve birlikte bir şeyler yapmayı planlamıştık.
Sabah olduğunda hemen kapımızda beliren Ayşe, “hadi kalk hava çok güzel” diyerek beni kolumdan kaldırmış ve kuzguncuk sahile indirmişti. Uzunca bir yürüyüş yapmış ve bir kafe de oturmuştuk.
Ona geliş nedenimi, yanımda getirdiğim çocukluk fotoğraflarımızdan ve elimizde elma şekeri olan o erkek çocuğundan bahsetmiştim.
-Aaaa Ali beyin oğlu Mehmet’ten bahsediyorsun sen diyen Ayşe, o şimdi İngiltere’de mimarlık okuyor demişti. Ve eklemişti; biz onunla bazen internetten konuşuyoruz. Çok akıllı çocuktur Mehmet, Ali amca ne yaptı etti onu oraya okumaya gönderdi. Burada da başarılı çocuktu, zaten baya da bir burs alarak oraya gitti diyerek, kısada olsa beni bilgilendirmişti.
Demek Mehmet’ti adı.
Ardından hatta bu aralar babasını görmek için buraya geleceğini de ekledi. Birden içimden beliri veren heyecana anlam verememiştim. Çocukluk arkadaşım olması, yıllarca o buğulu çerçeveye belki şimdi görüntü verebilme ihtimali aklıma geldiğindendi, bu heyecan durumu.
Ne zaman gelecek ? diye sorduğumda. Tam hatırlamıyorum ama en son Cuma akşamı konuşmuştuk, sanıyorum üç haftaya kadar demişti.
Tam üç hafta sonra bende evime dönüyordum, belki de göremezdim onu. O akşamı onlarda yemek yiyerek geçirmiştim, Necla teyze (Ayşe’nin annesi) yemek boyunca bize çocukluğumuzdan, nasıl oyunlar oynadığımızdan, akşam olunca birbirimizden ayrılmak istememizden bahsedip, komik anılarımızla bizi kahkahaya boğuyordu.
Gece geç saatte, gel bir internete bakalım, hatta artık birbirimizle ekleşelim ki eve döndüğünde de konuşalım diyerek siteye girdiğimizde, Mehmet’in orada olduğunu gören Ayşe, “gel konuşalım, bak senin burada olduğundan bahsedelim bakalım ne tepki verecek” demişti.
Selam Mehmet, diye başladığı konuşmaya benden bahsederek devam etmişti. “ Bak burada Zeynep var, kim hatırlıyor musun?” diyerek sormuş, Mehmet ona karşılık olarak “Zeynep? Elma şekerimi paylaştığım kız mı?” diyerek eklemişti.
Mehmet beni hatırlıyordu, hem de ismimle birlikte. Bu nasıl olurdu ? Ondan gelen “hadi kamerayla konuşalım” teklifi Ayşe’nin hemen “tamam” deyişiyle başlamış, ben elerlimle saçımı biraz düzelttikten sonra, görüşme başlamıştı.
Çok içten ve sıcak gülümsüyordu Mehmet, hatta gülerken gözlerinin içi parlayan bir çocuktu. Sıcak konuşması, ilk başta kasılan beni bile rahatlatmıştı. Emel hanımlara haber vererek o gece, Ayşelerde kalmıştım. Sabahın ilk ışıklarına kadar konuşmuş, hep birlikte gülüşmüştük.
Evet Mehmet üç hafta sonra geliyordu. Ben tam Amerika’ya dönerken, yani yüz yüze görüşme imkanımız olanaksızdı. Neyse bu halde bile onu görmüş olmak, İstanbul’a geliş nedenimi bir nebze olsa gerçekleştirdiğimi gösteriyordu.
Günler hızlıca geçiyor, ben eski komşularımız ve Ayşe ile inanılmaz güzel zamanlar geçiriyordum. Koskoca iki hafta su gibi akıp geçmiş, ben İstanbul’daki son haftama girmek üzereydim.
Biz Emel hanımların evinin balkonunda otururken, kapı çaldı. Aşağı doğru baktığımda, Ayşe’nin yanında Mehmet vardı. Sürpriz yapıp bir hafta önce gelmişti sanırım.
Koşar adımlar aşağıya inerken, merdivenlerin kenarında olan aynalara da bakmadan geçemiyordum.
Kapıyı açtığımda, o heyecanımın verdiği tavırla, ilk elimi uzatmış “merhaba Mehmet demiştim”. Mehmet daha cana yakın bir tavır sergileyerek, bana sarılmış “ nasılsın Zeynep ?” demişti.
Kapıda ayak üstü sohbetin ardından, bizi yukarıya çağıran Emel hanımın sesi ile eve çıkmış ve orada sohbete devam etmiştik.
Mehmet babasına üç hafta sonra geleceğinin tarihini bilerek vermiş, maksadı ona sürpriz yapmakmış. E tabi bu pembe yalanı herkese aynı şekilde söylemek durumunda kalmış ki, sürpriz bozulmasın.
O akşam hepimiz sözleşerek dışarı çıkmış ve diğer günler de benim son haftam olması nedeniyle, İstanbul’un tadını doyasıya çıkarmıştık.
Evet eve dönem vakti gelmişti, her gününü sıcacık yaşadığım bu tatilimden kopmak istemiyordum. Ama ailemi de çok özlemiştim. Hepimiz artık kopmayacağız sözünü birbirimize vererek vedalaşmış ve ben uçağıma binmiştim
Uçak havalanırken gözümden birkaç damla yaş akmıştı.
Eve vardığımda, ailem beni kapılarda karşılıyordu. Hepsiyle kucaklaştıktan sonra, orada neler yaptığımızı bir bir anlatıp, uzunca sohbetler etmiştik.
Odama geçip bilgisayarımız açtığımda, Mehmet’ten gelen bir mesaj vardı. Heyecanla onu açtığımda, “eve vardın mı?” yazıyordu. Beni merak etmişti!!
-Evet vardım. Herşey için çok teşekkür ederim demiştim.
Sonrası geldi işte, biz uzunca yazışmalar, sabahlara kadar görüntülü konuşmalar ve hatta artık yaz günüyle ikimizin de evden dışarıya çıkmama durumları söz konusuydu.
Yaz bitmiş, o İngiltere’ye dönmüştü. Okullar başlamış, sömestr olmuş ve o buraya bir arkadaşında kalmaya ve aslında benimle vakit geçirmek için gelmişti.
Biz uzunca bir süre, yani diyeceğim yaklaşık dört yıl ilişkimiz bu şekilde sürdürdük.
Ta ki o; okulunu bittirip, iyi bir işe girip, düzenini oturtana kadar…
Bir gün bir kapı çalındı ve bir kargo ile bana bir koli gönderilmişti. Kimseden beklediğim bir paket yoktu, evrakları imzalayıp kutuyu odama çıkarttığımda. Üzerinde, bizim buralardan bir semt adı yazıyordu.
Paketi açtım.
O koskoca kolinin içinde sadece, yerde duran bir Elma Şekeri vardı.
Elma şekerini elime alıp ona dikkatlice baktığımda, şekerin içinde bu sefer elma değil bir yüzük saklanmıştı.
O şeker bakıp öylece ağlayacağım hiç aklıma gelmezdi.
Dakikalarca ona öylece bakıp ağladığımı biliyorum. Annem odamdan gelen sesleri merak ederek, birden içeri girmiş ve benim şekere bakıp ağladığımı görünce şaşkınlığa gömülmüştü.
Yanıma gelip oturduğunda, o da durumu anlamış ve bana dönerek uzunca birbirimize sarılarak kalmıştık.
Sonra malum, Mehmet bu planı yaparken İngiltere’den buraya gelmiş ve kısa süre sonra kapı çalınmıştı.
Kapıyı açtığımda, hemen onun boynuna sarılmıştım.
Ardından o yaz benim okulumun bitişiyle nişanlanmış ve kısa bir süre sonra da evlenmiştik.
Yani anlayacağınız, ELMA ŞEKERİ bizim bahanemizdi..
Sizin de bahaneleriniz şeker tadında olsun..
NEMZA SİNANOĞLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER