Günlerden bir gün, ben okuluma gitmiş ve alttan kalan derslerimi verdiğim hocalarla ders başlayana kadar sohbet ediyordum. Derken içeriye o girmiş ve benim boş olan arka sırama yerleşmişti. Kendinden emin tavırlı bu genç, okulumuza değişim programı ile, yurt dışından gelmişti. Amerika vatandaşıydı. Ailesi zamanında oraya göç etmiş ve o orada doğmuştu.
Adı Ali’ydi.
Yaklaşık bir ay kadar, nerdeyse sohbetimiz hiç olmadı onunla. Elden ele dolaşan ders notları alışverişleri ve kalemini unuttuğundan kaynaklı sorularını saymazsak…
Bahar geldiğinde, okulumuzun meşhur şenlikleri de başlamıştı. Ali yurt dışında doğup büyümüş biri olarak, oldukça sıcakkanlı ve dışa dönük biriydi. Herkesle kısa sürede kaynaşmış ve kalabalık bir arkadaş grubuna sahip olmuştu. Tabi bundan, yakışıklığının verdiği bir payda yok değildi hani. Tüm kızlar onun kantine giriş çıkış saatlerini nerdeyse not tutuyorlardı.
Herkesle arkadaşlık yapan Ali, hiç kimseyi ayırt etmeden aynı derecede yakınlık gösteriyordu, ama gözlemlediğim kadarıyla bu kadar ilginin içinde, bir sevgili veya flörtleştiği kimse yoktu. En azından okul içinden biri olmadığını biliyordum.
Kim bilir belki de Amerika’da kalmıştır.
Aman bana ne, deyip silkelendiğim anlar çoktu o ara..
Yani onu merak ediyor, yalnız kaldığım zamanlarda onu düşünürken buluyordum kendimi.
Saçmalıktı..
Neyse bahar şenlikleri tüm hızıyla devam ediyor, okulumuza çokça grup, solistler konser vermek için geliyorlardı.
Bu etkinliklerde, hepimiz belli kollara dağılıyor ve görevler üstleniyorduk.
Bir içecek firmasının, alana kurduğu stant da Ali’yle biz görev almış ve gelen katılımcılara bardaklarla içecek dağıtıyorduk. Gün boyu keyifle görevimizi sürdürürken, güneşin etkisiyle benim tansiyonum düşmüş ve elimdeki koca dolu bardak ile Ali’nin üzerine yığılmıştım.
Hemen gelen sağlık görevlileri sayesinde, kısa süreli baygınlığım sona ermiş ve ben daha gölge bir yerde dinlenmeye çekilmiştim.
Tüm ısrarlara rağmen eve gitmek istemiyor ve çekildiğim kuytu köşede öylece etrafı seyrediyordum. Sol tarafta pandomimcilerin gösterilerine dalmışken, diğer taraftan bana doğru gelen Ali’yi görmemiştim. Elinde bir su ve benim için aldığı bir yemekle yanıma gelmiş ve bunları yemem gerektiğini söylüyordu. Aç değilim dediğimde, onu kırmamamı ve biraz da olsa yemem için ısrar ediyordu. Hatta bekle diyerek koşmuş, ve kendine de yiyecek bir şeyler alarak yanıma gelmiş, böylece benim yediğimden de emin olmak istediğini söylemişti.
Bir insan herkese bu kadar yakın, düşünceli, sıcakkanlı olabilir miydi ?? Bu Ali ise evet olabilirdi.
Biz o gün ilk defa, baş başa bu kadar süre kalıyorduk. Benim içimde zaten, o okula geldiği ilk günden beri tarifsiz bir heyecan varken, onun gözlerinde ben yemek yerken bana baktığı bakışları görmek içimde ayrıca hoş duygular uyandırmıştı.
Aman Ali hep öyleydi, herkese bu şekilde….
Ertesi gün, okuldaki masamda bir paket şeker ve bir şişe su bulmuştum. Etrafımdaki herkese bu kimin arkadaşlar diye sorduğumda, aldığım cevaplardan kimsenin olmadığı ortaya çıkıyordu.
Ali ders başlarken, bana bir not uzatmış ve üzerinde “onlar senin için, küçük hanım” yazıyordu.
Dün başıma gelen olaydan sonra, yanımda ihmal etmemem gereken şeyleri beni düşünüp masama bırakmıştı. Gönderdiği not kağıdına, gülücük çizip ona geri yollamıştım.
Samimiydik artık Ali ile, okul çıkışları yürüyor, bazen parkta oturuyor ders notlarımızı inceliyor, bazen de evlere dağıldıktan sonra bilgisayar başında saatlerce sohbet ediyorduk.
İkimiz de iktisat okuyorduk. Gelecek için ikimizin de güzel planları vardı. Ali Londra’ya dönecekti. Zaten onun oradan buraya niye geldiğini ve okuyup tekrar geri niye döneceğini aklım almıyordu.
Kendi kararıydı. Sorduğumda,” istedim” diyordu.
Okulda herkes bizi sevgili olarak görse de, ben öyle görmüyordum ikimizi. Ali ile yakın arkadaşlıktan öteye giden hiçbir durum yoktu aramızda.
Derslerden birinde, Ali yine arkadan bana bir not uzatmış ve “bugün benimle yemeğe çıkar mısınız Peri kızı yazıyordu ? “ Ali ile biz hep yemeğe çıkardık, bu teklifi özel bir durumuma mı indirgemeliydim, anlam verememiştim.
Ders bitiminde çıkarken, bana sekizde seni alırım demiş ve hızlıca okuldan çıkmıştı.
Bu özel bir durumdu, o beni hiç evden almaz, önceden kararlaştığımız mekanda anlaştığımız saatte buluşurduk.
Bu durumda, bende her zamankinde daha özenli bir hazırlanış yapmış ve saat sekizde Ali’nin beni evden alışını beklemiştim.
Evet kapı çalmış, ve Ali onu daha önce hiç görmediğim şekilde takım kostüm ile beni almaya gelmişti.
Nereye gidiyoruz dediğimde, bekle ve gör cevabını almıştım.
İçimden “iyi ki şık olma sinyalini almışsın kızım” diyerek geçiriyordum ki, Ali’nin arabayı birden durduğu yer Hisar üstünde bir tepeydi. Boğazı kuşbakışı gören bu yer, gece etrafın ışıklarıyla büyülü bir hal almıştı.
Ben manzaraya ve etraftaki renklerin yansıttığı dansa dalmışken, birden arkamda beliren ışığa döndüğümde gördüğüm sahne inanılmazdı.
Ali, nasıl yaptı bilemiyorum oraya bir masa ve bize özel yemekler hazırlamıştı. Etrafta bu işe yardım edenler mutlaka vardı, ama ben karanlıktan sadece Ali’yi ve masanın etrafını görebiliyordum. İnanılmaz bir atmosfer eşliğinde yemeğimizi yemiş ve bana o gece orada esas duygularını açıklamıştı.
O günden sonra, kocaman iki yılı devirmiş ve okulumuzun sonuna gelmiştik. O mezuniyet ertesi doğru Londra’ya uçacaktı. Hemen beni de yanına istiyordu, ama ben gider gitmez ne iş yapacaktım orada ? Planım o gidip işini oturttuktan sonra, yana gitmekti. O sürede burada biraz iş tecrübesi kazanmak ve oraya gittiğimde daha kolay iş imkanı bulmaktı.
Bu nereden bakarsanız yine bir, iki yılımızı alacaktı. Ali gitti, gittiği gibi de buradan kurduğu bağlar ile bir bankada işe girdi ve halinden de gayet hoşnuttu. Biz her gün konuşuyor ve o fırsat bulduğu her an izin alıp buraya geliyordu. O arada ben de bir bankaya girmiş ve bunun en iyi yanı kısa bir sürede Londra’daki şubelerine geçiş yapma imkanımın olmasıydı.
Ali bu duruma benden daha çok seviniyor, artık bir düzenimizin olmasını istiyordu. Çalıştığım bankadaki sürem iki yılı aşmış ve performans değerlendirmelerinden aldığım yüksek puanlar ile yurt dışındaki bankaya transfer olmaya hak kazanmıştım.
Ama ortada evlilik teklifi falan yoktu. Bu durumda, hangisine üzülsem, hangisine sevinsem bilemiyordum.
Derken Ali, o hafta sonu ani bir kararla İstanbul’a gelmiş ve buradaki yaşlı teyzesinin durumundan endişe ettiği için, onu görmesi gerektiğini söylemişti.
Benim bu teyzeden hiç haberim yoktu. Cuma akşamı geldiği İstanbul’da, onu ne o akşam ne de cumartesi görebilmiştim. Telefonla konuşmalarımızda Pazar gecesi beni ancak görebileceğini, oradaki durumu bırakıp gelemediğini söylüyordu.
Kendimi garip hissetsem de, hastalık ve yaşlılık durumunda duygularımı bencil düşüncelere yönlendirmemeye çalışıyordum.
Pazar akşamı beni almış, yüzündeki güzel gülümseyiş ve bana sımsıkı sarılmasıyla sanki tüm sitemimi buharlaşıp uçurmuştu bir anda.
Arabaya binip yola çıktığımızda, karanlık bir yola girmiştik. Nereye gidiyoruz dediğimde ? Sabret, Geçen gün Emre’den öğrendiğim müthiş güzel bir lokanta var, oraya gidiyoruz. Ve eklemişti,”tabi yerini bulabilirsem”.
Ali buralarda öyle bir yer olduğunu sanmıyorum dediğim anda, o karanlıkta karşımda beliren göz alıcı ışıklı tabelada, kocaman harflerle “BENİMLE EVLENİR MİSİN” yazıyordu.
Araba anında durmuş, kapımı açıp beni indiren Ali ve ışıklar yanınca etrafımızda toplaşan bir sürü akraba, arkadaş, eş, dost vardı.
Ali, bizim ilişkimizin ilk başladığı yerde, tüm hafta sonunu bu organizasyonu yapabilmek için harcamıştı. O karanlık kuytu yerde masalar kurulmuş, ışıklar yerleştirilmiş ve hatta o zamandan bu zamana bu alanı sahiplenen insanlardan bugün için baya bir zor izin aldığını söylyordu Ali.
Tam tamına iki ay sonra, Haziran ayında evlendik biz.
Beklediğimden daha zor bir hayat, daha doğrusu iş hayatı beni karşıladı orada. İnanılmaz bir rekabet ortamı ile karşı karşıyaydım. Evliliğimi ya da yeni yerleştiğim ortama alışmaya başlamadan, rekabetli iş ortamı beni fazlaca germiş, sıkıntılı günler yaşıyordum.
Ali’nin “ seni bu kadar zorluysa çık, zaman geçsin başka iş bakarız, alış biraz etrafına…” sözlerine aldırış etmiyor, ve bunu uygularsam kendimi yenilmiş gibi göreceğimi çok iyi biliyordum.
Yaklaşık bir yıl sonra, her şey düzene girmiş ya da ben ortama alışmıştım bilemiyorum. Ali ile artık bir çocuk düşünüyor ve bu yıl içinde planlarımızın arasına onu da koyuyorduk.
Belli dönemler iş stresinden dolayı, küçük çapta baygınlıklar geçiriyor ve bunun üstünde de çok durmuyordum.
O ay katıldığımız bir davette, Ali’nin bilmediği bu baygınlıklardan birini yaşamış ve hastaneye kaldırıldığımda bunlara neden olan durumumu hep birlikte öğrenmiştik.
Beynimde oluşan bir pıhtıya sahiptim, bu pıhtı zaman zaman beni olduğum yere yığıyor yada görme kaybı ile yokluyordu.
Artık işe gidemez haldeydim.
Üzerimde yapılan tedavilerin, sadece bazılarına olumlu cevaplar veriyordum. Ve gün geçtikçe, benim görme kaybım çoğalıyordu.
Ali’nin durumunu düşünmek dahi istemiyordum.
Benim için var gücü ile çabalıyor, doktorlardan daha çok araştırmalar yapıyor ve gördüğü her yeniliği gelip bana anlatıyordu.
Ondan istediğim sadece, akşam eve geldiğinde bana sonu mutlu bitten masallar okumasıydı.
Artık her gece koltuğumuza uzandığımızda, bana sonu mutlu bitten masallar anlatıyordu.
Sonu mutlu biten.
Neden bilmiyorum, belki ben de bizim sonumuzun güzel bitmesini istediğimdendi bu masallara sığınmıştım..
Masallar güzel bitmeliydi. Hep.
Bir gece yattığım yerden ateşler içinde uyanmış ve Ali’yi kaldırarak iyi olmadığımı söylemiştim.
Hastaneye gittiğimizde, doktorlar bu durumun kötüye gidişat olduğunu, tedavilerden vücudumdaki bağışıklık sisteminin çöktüğünü ve bu yüzden bir virüs ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyordu.
Bu hiç iyi değildi.
Ben artık hastanede ve gözetim altında tutuluyordum, her şeyin kötüye gittiğinin farkındaydım. Ali her iş çıkışı yine yanıma uğruyor ve bana masallarımı okuyordu.
Bu durumumun içinde, bir de görmemek. Ali’nin gözlerinin içine bakarak ondan ışık alamamak, beni büsbütün umutsuzluğa itiyordu.
Doktorlardan sevindirici hiç bir açıklama gelmiyordu.
Ali nerdeyse, her gece hastanede benimle kalıyordu. Eve git dinlen desem de, olabildiğince benim her anımda, yanımda olmak istediğini söylüyordu.
Halbuki ben Tanrı ile bir anlaşma yapmıştım, onu yalnız bırakmayacaktım….
Almanya’dan getirtilen bir ilaç, bizim iznimizle benim gözümden denenmek istemişti. Anlatılanlara bakılırsa korkulan bir şey yoktu, zaten göremiyordum.
İlaç on beş gün sonra işe yaramış ve ben artık gün içinde birkaç saat görebiliyordum. Bu bile bizim için büyük bir şanstı. Uzun bir aradan sonra, hastanede mutlu bir haber almıştık.
Akşamüstleri yaptırdığım ilaç, Ali’nin işten geliş saatlerinde gözlerimin açılmasına neden oluyor, böylelikle artık onu görebiliyordum.
Bir öğlen vakti, odaya giren hemşire beni baygın halde bulmuş ve bu durum iyiye işaret değildi. Söylenilenlere göre beyin fonksiyonlarım gitmiş ve ben o saniyelerde gittikçe ağırlaşıyormuşum.
Acilen yoğun bakıma kaldırılan ben, hızlıca ameliyata hazırlandırılıyordum. Hiç beklenmedik bu durum karşısında herkes şok içinde, benim o masadan kalkıp kalkamayacağımı düşünüyordu.
Ama ben biliyordum.
O uyku içinde bile, etrafıma gizlice fısıldıyordum...
“Benim masalım iyi bitecek”..
“Elmalarım kızardı artık, düşürme vakti masalcı”..
“Hadi uyandır beni”..
Bir varmış, bir yokmuş. .Bu kız derin uykusundan uyanmış…. Mucizevi bir şekilde, o pıhtı oradan alınmış ve ameliyat hiç beklenmediği şekilde başarıyla sonlanmıştı.
Mutluydum, ama ben biliyordum... Etrafımdakilerin, sevinçli gülüşmelerini görünce benim de gözlerimin içi parlıyor ve bu güzel aile tablosuna, mutluluk katan kahramanı olarak hepimizi çok seviyordum.
İki yıl sonra tamamıyla sağlılığıma kavuşmuş ve ertelediğimiz bebeğimizi kucağımıza almıştık.
Artık gerçek bir “masalımız” vardı, mutlu sonla biten.
Gökten üç elma düştü…
Biri bana, biri Ali’ye biri de bu masalı okuyan herkese…
NEMZA SİNANOĞLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER