Yüz Yıl Uyuyan Güzel’in şatosunda yaşadığımı söylemiş miydim? Aslında evin şatoya benzer bir hali yok ama bahçe tam anlamıyla yüz yıldır el değmemiş gibi duruyor. Meydanı boş bulan sarmaşıklar kolay bir zaferin sarhoşluğuyla tüm ağaçların en tepelerine kadar tırmanıp mor çiçeklerini işgal bayrakları gibi açmışlar. Mesela bahçede bir incir ağacı var mor çiçekler açıyor; sonra asma yapraklarının arasından mor çiçekler patlıyor; limon ağaçları sarı limonlar, yeşil yapraklar ve mor çiçeklerle rengarenk! Toprak sinir bozacak kadar verimli, beş dakikada her yeri iki metre boyunda otlar bürüyor. Arka bahçeye girmek imkansız, geçen gün kedim otların arasından çıkamayıp ağlayarak bana seslendi ama ben de giremedim o cangıla, sorunu en ilkel şekilde “sesime gel” metoduyla hallettik.
Annem ve babamın hala İstanbul’da yaşarken yaptırdıkları iki katlı evin bahçesinde, ilk yıllar büyük bir hevesle çilek ve bilumum sebze yetiştirip, her filize göbek atıp her meyvede bize telefon açtıklarını hatırlıyorum. Yılda bir kez gelip çilek yer, bahçeye diktikleri fidanlara bakar ve neden günde dört saat amele gibi toprağa bulandıklarını anlamaya çalışırdık. Çilek reçelleri o kadar güzeldi ki halimizden şikayetçi de değildik açıkcası. Bu durum bir on yıl kadar devam etti sonra aşırı sıcaklardan yaylaya kaçan eş dosttan feyz alınarak taaa anasının nikahında bir yayla evi alındı. Bir on yıl da onun bahçesi ağaçlandırıldı, ekildi biçildi. Her yıl bize salça, tarhana, kurutulmuş domates, kırmızıbiber, nane gönderildi. Sonra birkaç yılda bir kışları İstanbul’da geçirmeye başladılar. Boş evler çok hızlı eskirmiş meğer iki katlı ev birkaç yılda dökülmeye başladı.
Ben İstanbul dan geldiğimde annemler site içinde yeni dairelerine taşındılar ve kedilerimi ve beni orası için fazla yırtıcı bulduklarından ben eski eve yerleştim. Ama değil bahçeye, balkona bile hasret olan ve hayatı boyunca bir ota can vermemiş, bir begonya sulamamış, ayağı toprağa plajdan plaja basmış bir insan olarak, ben, arka bahçedeki habitatın ihtiyaçları konusundaki kara cahilliğimi nasıl ifade etsem de lafa döksem, kelimeler kifayetsiz yani. Neyse bir komşumun ısrarlı uyarılarıyla mevsimin son limonlarını toplamak için bu sabah arka bahçeye indim. Daha adımımı atar atmaz limon ağacı beynime beynime sokmasın mı dikenlerini! Hepi topu 5-10 tane limon için beynim delik deşik olup, tek sermayem zeka seviyem 15 puan kadar düştükten sonra, küfürlerden bir şarkı tutturup bahçe makasıyla intikamımı aldım. Kan ve tere bulanmış halde ölümcül kaşıntılarla kendimi banyoya zor attım. Bütün bunlar salataya sos yapmak için bu arada.
Fakat bu artık bardağı taşıran son damlaydı! Hani Amerikan filmleri vardır ya Newyork ya da bir büyük şehirden Teksas’a ya da Alaska’ya giderler başta doğanın çağrısına direnirler ama eninde sonunda küçük yer insanının dürüstlüğü, doğanın enfesliği, kasabalı yağız adamın seksapeli, onlara manikürü, stil sahibi gardroplarını, bol paralı işlerini unutturur. Finalde kasabaya yerleşip tezek toplarlar ve kahkahalarla gülerler! Filmde bir de büyük şehirdeki nişanlısına ya da işine ya da ne bileyim bir şeyine göz koymuş ve bu sebepten düşman ilan edildiğinden kendisine itici bir karakter uygun görülmüş yan karakter vardır ki kasabanın her bir şeyinden şikayet eder, arılar onu sokar, eşekler onu teper, tırnağı kırılır, başına iğrenç şeyler gelir. İşte ben kasabaya gelen fakat bu yan karakter gibi uyum sağlayamayan karma bir film kahramanıyım.Üstelik kimsenin bir şeyine göz dikmişliğim, tavuğuna kışt demişliğim de yok…
Öncelikle her şeye sabırlı, azimli ve hevesli başladığımı söylemeliyim. İlk yağmurlar her yeri çamura bulayıp Enzo Angiolini ayakkabılarım ve Hotiç botlarım çöpü boyladığında hiç sesimi çıkarmadım. Kuzu Kuzu gittim kendime desenli, neşeli ve tamamen plastik bir yağmur çizmesi aldım. Doğal gaz olmayan ve kışlar kısa ve ılık geçtiği için merkezi sitemlere ihtiyaç duymayan bu kasabada klimayı annemlerin yeni evine taşımış bulunduğumuzdan haddim olmayarak soba kurdum. Her yeri batıran ve evi is kokutan soba çocukken ünite dergilerinde özlemle anılan o üzerinde nefis kestaneler patlatılan şahane şeye hiç benzemiyordu. Şubat sonu suratıma poflayıp kaş kirpik saç demeden yüzümün her bir kıllı köşesini de yakınca kendi beceriksizliğim deyip sobayı kömürlüğe indiriverdim. Burada kış denilen tuhaf mevsimde, kaban giyince terlemeyi, ince giyinince ıslanıp üşümeyi, yağmura eşlik eden asap bozucu rüzgarı “Canım kış nerede sevimli ki zaten” diyerek olgunlukla karşıladım. Baharı olmayan bu iklimde giysilerimin yarısından fazlasının hiçbir işe yaramadan bir köşede beklemesine aldırmadım. Alışveriş yapacak doğru dürüst bir giyim ya da ayakkabı mağazası olmamasına “Aman ne iyi her yıl İstanbul’a alışverişe giderim bu bahaneyle” diye iyimser yaklaştım. Sıkılınca gidilecek bir cafesi olmamasına “Zaten burada kiminle buluşacağım ki” dedim. “Fast food sevmem ki zaten burada tek bir şubesi olmaması kimin umurunda” dedim. Öğle vakti eve kapanmaya, sokağa çıkmadan güneşten koruyucu kremlere bulanmaya, Kamboçya aksanına benzediğini tahmin ettiğim bir Türkçe’ye, gölgede bile esmerleşmeye, yılda 6 ay bezdirici sıcak havaya, aynı anda 3 kişinin bir ağızdan konuşmasına alışmaya çalıştım. Hoş taraflarına odaklanmayı denedim, kendi yoğurdumu yapmayı öğrendim, sabahları arka bahçeden yükselen bülbül sesleriyle uyandım, asar asmaz kuruyan çamaşırlardaki güneş kokusunu içime çektim, geceleri uzun yürüyüşler yaptım, çeşmeden bol bol su içtim, rutubetsiz evimin tadını çıkardım, devasa köylü pazarından ucuz ve organik sebze meyve aldım, plaja gittim. Kedilerim özgürlüğün tadını alıp her geçen gün daha fazla dışarıda vakit geçirirken ben kendimi daha da tutsak hissettim. İstanbul’un egzos kokulu havasını, trafiğin uğultusunu, serinliğini, rutubetini bile özlediğimi kendime itiraf etmem için kafama limon dikenleri girmesi gerekiyormuş. İnsanın beynine diken batar mı ya? O şahane görünümlü limon ağaçlarının romantizmine kanmayın arkadaşlar yakına gelince her tarafı diken dolu. Bir de insanın aklına tuhaf tuhaf şeyler getiriyor.
Sonuç olarak alışmış kudurmuştan beterdir ve alışmamışda da her şey iğreti durur. Doğduğumuz yer olmak zorunda değil ama kendimizi oralı hissettiğimiz o yer, nereye gidersek gidelim beraberimizde taşıdığımız bir genetik kod gibi içimize işlemiş olabilir. Bazen oradan kaçmak isteseniz de, zaman zaman nefret etseniz de, sizi üzen sorumsuz ve eğlenceli bir sevgili gibi eninde sonunda burnunuzda tüter.
Kirli, pahalı, kalabalık, acımasız ve çekilmez İstanbul’uma ampule atlayan sineklerin aptal hevesiyle atılırken durumun umutsuzluğunun farkındayım. Temiz ve yavaş bir hayattan vazgeçmiş de değilim sadece biraz daha yaşlanmayı bekleyeceğim. Hayatımın son yıllarını küçük kasabaların hayatı daha derinden ve benzersiz bir bakış açısıyla algılayabilen birkaç filozofundan birisi olarak anılmaya adayabilirim mesela ne de olsa babamın tabancası var birkaç kişiyi tehditle filozof olduğuma inandırırsam aslında yüz maymun teorisine göre bu takribi olarak kaç kişi olur mesela? Bir düşüneyim, ama o zaman da Mafia Anası olurum başka bir şey bulmam lazım… Aaaaa! Siz hala orada mısınız? Ben biraz meşgulüm yazıya sonra devam ederiz. Bu hafta her gece uykuya dalmadan hemen önce 21 kez yüksek sesle “İlkay Cam hayatı derin ve benzersiz bir bakış açısıyla algılayabilen eşsiz ve muhteşem bir filozoftur” diye tekrarlamayı unutmayın! 20-30 sene sonra lazım olacak yani demek istediğim bu size bolluk bereket ve iyi şans getirecek bir de sakın ölmeyin tamam m? Ayrıca kah kah gülmeyi biliyorsunuz ama beğen butonuna tıklamayı hep unutuyorsunuz ayıp olmuyor mu? İki hafta sonra görüşürüz benim şimdi hesap yapmam lazım. ÖPTÜM KOCAMAN!
İLKAY CAM
YAZARA E-POSTA GÖNDER