Elizabeth Gilbert’in “Ye, Dua Et, Sev” kitabını yazın plajda okuyacağım inadıyla okumamış ama filmine gitmiştim, keşke gitmeseymişim! Amerikan filmlerinin bütün sahte dramlarını ve hamlıklarını barındıran filme bakıp “Bir başka Yeni Çağ buldumcuğu işte!” diye ciddiye almamıştım. Film ruhsal gelişim kavramından o kadar uzaklardaydı ki kitabın da Amerikalı bir kadının parayla yaşanabilecek hezeyanlarından ibaret olacağını düşünmüştüm, yine de İtalya ile ilgili kısımda çok eğlendiğimden daha uzun versiyonunu merak edip kitabı ilk plaja gidişimde okumaya başladım. Sonra bütün gün okudum ve gece de ve ertesi gün de. Elizabeth Gilbert tahminimin aksine son derece derin olmakla kalmıyor bir de samimi ve kendi dramını cesurca ortaya koyup dalgasını geçecek kadar da yengeç burcu! Ancak bir yengeç hayatın tadını yemekler aracılığıyla algılayabilir. İtalyan’ların La Dolce Vita! diyerek tatlı ve şekerle onurlandırdıkları hayat, her kültürde farklı renklere, kokulara ve tatlara bürünüyor. Ama gurme ve gastronomların ekşi suratları ve tık nefes göbekleri din, dil, ırk dinlemeden her kültürde aynı asap bozucu snobizmi müjdeliyor!
Turizm sektöründe çalıştığım yıllar boyunca o şarap kursu senin bu çikolata atölyesi benim yüzsüz bir avarelikle her şeye atladığımdan, yeme-içme ile ilgili birikmiş epey bir gözlemim, bir o kadar da gıcıklanmam var. Öncelikle belirtmeliyim ki ey okur! dayak cennetten çıkma ve de ayrıca şarap ve puro kesinlikle şeytan işi! Bundan çok eminim! Şeytan, şarap ve puro aracılığıyla iyi ve alçakgönüllü insanları kötücül ve kibirli sonradan görmelere çeviriyor. Geldikleri kültür ya da gelir düzeyleri ne olursa olsun şaraba olan ilgisi “içelim güzelleşelim” in ötesine geçen her insan evladını hırs basıyor, önlenemez ukalalık, düşmanca ve mantıksız bir inatlaşma da cabası! Ben kendim -artık hangi eksikliğimden bilinmez- birkaç yıldan sonra bilmişlikten yorulup tövbe ettim, o şarap nerede yetişmiş, bunun tretuarı neymiş hiiiççç! aldırış etmiyorum, içiyorum Angelina Jolie’yim (jolie Fransızca güzel demek) içiyorum Monica Bellucci’yim. Bütün o şarap eğitimleri boyunca didişmelerimiz yetmezmiş gibi arada eğlenmek için bir araya geldiğimiz yemeklerde bile kupaj mı demek lazım sepaj mı, genç şarap da neymiş peki ama Beaujolai, kükürtsüz şarap olurmuymuş, kelebeğin gözü mü büyük sineğin anteni mi yeşil? Ne varsa çatır çatır masalara yatırılıp irdelenirken o masalarda yemeklerin tadına, muhabbete, neşeye yer kalmazdı. Sanırsınız her bir iddiacı ayrı bir chateau’da büyümüş, çocukluğu fıçılardan tadım yaparak geçmiş, anaları da Fransa’da kraliçeymiş! Şarap bilmekte, keyfini çıkarmakta bir hata yok, sorun suyunu çıkarmakta, ne de olsa şarabın en büyük düşmanı su.
Mitolojide Dionysos (Roma Mitolojisinde Bacchus adını alır) eskiden beri en çok ilgimi çeken yarı tanrılardandır. Dionysos şarabın kişileştirilmiş halidir aslında, az miktarda şarap yanakları pembeleştirir, hem içeni hem dünyayı daha güzel gösterir, insanları neşelendirir hatta sağlığa da iyi gelir. Ama dozu ayarlanmazsa şarap da diğer içkiler gibi dengelerini ve algılarını bozarak insanları , vahşileştirir, kavgacı ve öfkeli yapar, birbirlerine düşürür. Dionysos’un şaraptan çıldırmış kadınları Bakhalar evlerini ailelerini terk edip ormanlarda vahşi hayvanları avlayarak şehir şehir Dionysos’u izlerler. Ve genelde merhametli ve neşeli bir Tanrı olmasına rağmen zaman zaman acımasızlığı tutabilen Dionysos’un planlarına alet olur, büyüyle geyik şekline bürünmüş bir genci yutuverirler.
Vericen Bakhaların eline bu şarap ukalalarından üçünü beşini bak bir daha yapıyorlar mı? Otur sofraya ye yemeğini, iç şarabını, “Ellerine sağlık yapanların” de tadını çıkar değil mi? Bırak ayrıntılarla gerçek şarap üreticileri ilgilensin. Çok mu meraklısın? Tamam, yala yut şarap literatürünü, dolaş bütün kursları ama Allah rızası için bir sus! El alem atomu parçalıyor diye cebinde uranyumla geziyor mu? Bildiğimiz her şey hakkında bu kadar konuşsak hayat sadece konuşmakla geçer.
Elizabeth Gilbert’in yeme içme kültürüne, sevmeye ve inanmaya yaklaşımı tam da kararında! Tadını çıkararak ve sadece o tatla ilgilenerek yemek, sofulaşmadan tüm inançları esnek kollarla kucaklamak, cesur bitirişler ve ürkek başlangıçlarla da olsa sevmek ve bütün bunları yaparken iyi, kötü, ahlaklı, arsız, acı, tatlı, ayıp, günah demeden; yargılamadan; kendi gözlerine gerçeği görme izni vermek. Yerlerde sürünmek bu duruma düşecek kadar cesur olduğumuzu gösterir sadece diğer türlüsü, risksiz ve steril bir yaşam en kolayı…
Ne olursa olsun şarap güzel içki, şarap ukalaları olmasa bu kadar popüler de olmazdı belki kimbilir? Hayatta her şeyin bir anlamı var ve bizler pek azını algılayabiliyoruz. Sadece şaraba değil yaşamın tüm tatlarına Elizabeth Gilbert kadar esnek ve tadını çıkarmaya hazır olarak yaklaşsak hayat daha eğlenceli olmaz mıydı?
İLKAY CAM
YAZARA E-POSTA GÖNDER