Piyano filmini hatırlar mısınız? Harvey Keitel ve Holly Hunter’ın rol aldığı az söz, çok duygu, bol piyanolu film. Finale doğru parmağına mal olan aşkı ve devasa piyanosu ile sandalla geçmişinden uzaklaşmaktadır Holly Hunter. Harvey Keitel ile tanışana kadar tek aşkı olan Piyano, önlenemez bir biçimde derin sulara gömülürken sandaldakiler donup kalır. Hayatının değişme ihtimaline inanmadığından mı, direncini tamamen yitirdiğinden mi yoksa gerçekten piyanosuna olan sevgisinden mi bilinmez saniyeler içinde bir ucu derin sulara gömülmekte olan piyanoya bağlı ipi kendisine dolayıp bedenini tam bir teslimiyetle suya bırakır Holly Hunter. Ama sevdiği erkek tarafından kurtarılacak, hem yolculuğu hem de hayatı piyano olmadığı halde devam edecektir.
Konuşmayı öğrenmek insan bilincinde tuhaf etkiler yapar. Küçücük bir bebekken evrenimiz bedenimizin bittiği yere kadardı. Kelimelerle birlikte çocuk kendisini evrenden tamamen ayırır ve “ben” in kim olduğunu keşfetmeye başlar. Bu noktada artık bedenimizden evrene uzanan yüzlerce ip dokungaç ve duyargalarla bir tür ponpona dönüşürüz. Koltuğunuzun altına sıkıştırdığınız tüylü ayıcık ya da devasa bir piyano, nesneler sadece kendi yansımamızı yüzeyinde gördüğümüz aynalardır. Dinlediğimiz şarkıcı, tuttuğumuz takım, oy verdiğimiz siyasi parti varlığımızın farklı parçalarını bize geri yansıtır. Sahip olduğumuz nesneler ise hem bize hem de evrenin kalan kısmına kim olduğumuzu haykırır.
Tabularımızı ve totemlerimizi seçerek büyürüz, sonra onları atıp yenilerini seçerek gelişiriz ve bazılarına o kadar sıkıca tutunuruz ki sanki onlar bizi tanımlamaya değil var etmeye yarıyor sanırsınız. Sevgi çok güçlü bir duygu, sevgi sizin için devasa bir piyanoysa onu minik bir ayıcıkmış gibi dünyanın her yerine peşinizden sürüklersiniz. Onlarca hamal tutar; yüzlerce lira harcar; sıkıntıya, gecikmeye, her tür eziyete razı olursunuz. Başka türlüsü elinizden gelmez, içinizden bir ses o nesne olmadan eksik kalacağınızı fısıldar ve yokluğunu hayal etmek bile acı verir, yolunuzu şaşırtır.
Kim olduğumuzu araştırmaya o kadar gömülürüz ki ponponun her bir ipliği bir nesneye bağlanır, bizi biz yaptığına inandığımız bir nesneye… onsuz biz, biz olmayız, eksik kalırız, boşluğunu dolduramayız. “Hayır! hayır dostum anlamıyorsun o şişe kapağı tüm çocukluğum demek!”. İpliklerin sayısı artar, ponponun merkezini sıkıştırır ve tabi yüreğinizi de. Çocukluğumuzdan oyuncaklar, fotoğraflar, elbiseler biriktiririz ya çok mutluyduk çocukken ya da masumduk... Gençliğimizden mezuniyet elbiseleri, okul projeleri, artık yaygın olmayan teknolojilerden cihazlar (LD diye bir şey duydunuz mu? Görüntü şahane ama kocaman silikon plaklara kaydediliyor asla yaygınlaşmadı!), fotoğraflar biriktiririz cildimiz ne kadar da gergindi, vücudumuz şahaneydi, bitmek bilmeyen bir enerjimiz vardı... Sonra yetişkinlik gelir ilk işimiz, ilk evimiz, ilk maaşımızla aldığımız çirkin küllük, eski sevgililerden kalma atılamayan hediyeler, bir kitap okudum hayatım değişti, sonra bir daha, bir daha okudum yine ve yine değişti, bir baktım bir kütüphane kitap, ilk evimize taşındığımızda çoktan bir oda dolusu ıvır zıvır birikmiştir. Sonra “gerekli şeyler” almaya başlarız, ev eşyaları, nevresim takımları, şansımız varsa yılda bir kez çiçek koyacağımız vazolar, asla dolmayan şaraplıklar (çünkü dayanamayıp içeriz), hantal koltuklar, ilk etapta ihtiyaç giderilsin diye ucuz ya da ikinci el eşyalar alır sonra da yenilerini alacağınız güne kadar bu eşyalara sinir olursunuz. Ayakkabılarınızı koyacak yer bulamazsınız daha kötüsü giyecek yer bulamazsınız, bazıları etiketleriyle modasının geçmesini bekler, assolist değilseniz saten ayakkabıları giymek için çok fazla fırsat yok. Yıllar geçtikçe eşyalardan bir deniz sizi boğmaya başlar, eşya yığınlarına bakar ve bir gün düzenleyeceğinizi söyler durursunuz ya da düzenli bir insansanız daha da beter, o eşyaları düzenlemek için saatlerinizi günlerinizi, kıymetli ve sınırlı enerjinizi harcarsınız.
Kendimizi tanımak için nesnelerden yararlanmakta yanlış bir şey yok (ayna da bir nesnedir ve bize neye benzediğimizi gösterir) ama o nesnelere yapışıp hayat boyu yanımızda taşımak, zamanında bize hizmet etmiş nesnenin, bir zaman sonra bizi tüketmesine sebep olur. Sahip olduğumuz her nesne bizden bir miktar enerji talep eder, gereğinden fazla nesne biriktirirsek iple bedenimize bağlanmış bir piyano gibi bizi suyun derinliklerine çekerek boğabilirler.
Hayatımızın yükleri hiçbir zaman filmlerdeki gibi devasa bir piyano ile kişileşmez, minik ve önemsiz görünen ıvır zıvır kalabalığı, her baktığımızda sinirimizi bozup enerjimizi düşüren kırık sehpa, pantolonumuzun sökük paçası, ocaktaki kahve lekesi ve daha bir sürü önemsiz ayrıntı sinirimize dokunur, dikkatimizi dağıtır, enerjimizi tüketir. Çoğu insan gibi biz de burnumuzun dibinde fink atmakta olan kendi hayatımızın gerçeklerine karşı körüz. Bir dedektif gibi onları arayıp bulmak ve icabına bakmak zorundayız. Hiçbir şey yapamıyorsanız işe yarayıp yaramamasına bakmaksızın size hediye edilmiş ve baştan beri sevmediğiniz eşyalardan kurtulun, bir de kullanmadığınız giysilerden. En kolay ilk adım budur para ödemediğiniz, sevmediğiniz ya da modası geçmiş eşyalardan kurtulmak. Hayatınızdaki nesneleri azaltıp, eşyanın doğasını ehlileştirdikten sonra zihninizin de berraklaştığını göreceksiniz şaşırmayın. Bu konuda yeterince çaba gösterir hayatınızı sadeleştirmeyi ve organize etmeyi başarırsanız bir sabah uyandığınızda üzerinizden dev bir piyano kalkmış kadar hafif hissedeceksiniz kendinizi.
Ferah boşluklarla dolu özgür günler hepinize…
İLKAY CAM
YAZARA E-POSTA GÖNDER