Yüksek dağların, ıssız eteklerinde kuzularımı otlatırken, doğayı dinliyor ve ona şarkılar söylüyordum. Gökyüzünün melodisi, yeşilin ritmi ile buluşuyor, kahverengi dağların üstündeki gri bulutlar ise ruhumu yıkayan berrak bir su gibi eşlik ediyordu duygularıma. Doğa konuşuyordu adeta, hislerime tercüman olurcasına. Emin olamıyorum konuşmuyordu belki de, yok yok kesinlikle bir mesaj vermeye çalışıyordu. Yeşil yaprakları ve siyah saçlarımı öpen sert rüzgâr; “yalnız değilsin” derken, güneşin ensemdeki sıcaklığı ise “git buralardan” diyordu. Kuzuların sessizliği de onaylıyor gibiydi hislerimi.
Önüm sıra kattığım kuzular ile birlikte köyün yolunu tutmuştum. Aklımda hep uzun zamandır hissettiğim şeyler vardı. Yani gitmek. Uzaklaşmak, yeni insanlar tanımak, yalnız olmadığımı hissetmek, öğrenmek, okumak ve okuduğumu hayata dökmek. Taşlaşmış realitelerde dolu kalplerin çığlıklarını duyuyor, bu çığlıkları hissediyor gibiydim. Belki de hikâyelerde anlatılan ve rüyalarımda gördüğüm Bilge Kent’e gitmeliydim. Evet, kesinlikle orada olmalı, ruhu güzel bilge insanlarla tanışmalıydım.
Peki ya nasıl? Oraya daha önce ne giden olmuştu, ne de kimse tam olarak yerini bilebiliyordu. Büyükannemin anlattıklarına göre, köyün en yüksek gürgen ağacının dibinden akan iki ırmağın suyunun birleştiği mavi gölün hemen altında oraya giden bir mağara vardı.
Köye gelmiştim. Kuzuları ahıra yerleştirirken, bir yandan bunu başarabilecek cesaretimin olup olmadığını sorguluyordum. Korku değildi aslında hissettiklerim, her şeyin sadece rüyalarda var olan bir şey çıkabilme ihtimaliydi tam olarak. Ama her ne olursa olsun, oraya mutlaka gitmeli ve kimsenin gitmeye cesaret edemediği o büyülü şehri görmeliydim.
Köyün muhtarına gidip, ahırdaki kuzularımı ihtiyacı olan kişilere adaletli bir şekilde dağıtması için istekte bulundum. “Buralardan gideceğim, büyükannemin anlattığı ve rüyalarımı süsleyen Bilge Kent’e gidiyorum” dedim. Muhtar duydukları karşısında şaşırmıştı. Tatlı bir gülümseme ile beni desteklercesine bir bakış attı bana ve “yolun açık olsun evlat” dedi.
Hemen evime gidip, ihtiyacım olan eşyalarımı toparlamaya başladım. Yanıma birkaç somon ekmek, elma ve gaz lambası aldım. Bohçamın kenarına diktiğim bölüme de en sevdiğim kitaplarımı koydum ve yola çıktım.
7 saat süren yolculuk sonunda, büyükannemin bahsettiği o heybetli gürgen ağacını az ilerde görüyordum. Yanı başında ise iki ırmağın birleşerek aktığı mavi göl belirmişti. Akan sular ilahi bir mavilikteydi. Şimdi hikâyelerde anlatılan bu göle neden mavi göl denildiğini daha iyi anlıyorum galiba. Pabuçlarımı çıkardım, paçalarımı sıyırdım ve taşların üzerine dikkatlice basarak gölün kenarına geldim. Üstümde iki ırmağın birleşerek aktığı şelaleden yükselen sesler beni çok heyecanlandırmıştı.
Şelalenin hemen kenarından geçtim ve sonunda mağaraya ulaştım. İçerisi karanlıktı. Gaz lambasıyla aydınlattığım yolda, küçük adımlarla ilerlemeye başladım. Pis Kokuyordu. Yarasaların burada pineklediği çok belliydi. Yürüdüğüm yol giderek daralıyor ve rahat nefes alamıyor oluşum da beni tedirgin bir yapıya sokuyordu. Önümde, üzerinde insan ve hayvan figürleri bulunan devasa bir kapı belirdi. Bilge Kent’e açılan kapı olmalıydı bu.
Kapının tam ortasına kocaman bir üçgen, her bir köşesinde ise kare şeklinde üç tane taş vardı. Üçgenin hemen üstüne ise yuvarlak bir taş buluyordu. Bu kapıyı açmaya yarayan bir şifre ya da anahtar olmalıydı. Birkaç defa kapıyı açabilmek için hamle yaptım, fakat başarısız oldum. Bu kapıyı açmanın hiçbir yolunun olmadığını düşünmeye başladığım sırada aklıma, büyükannemin anlattığı, “Akıl, gönül, nefis” üçgeni gelmişti. Anlattığına göre, insan, aklını ve gönlünü bir arada kullanarak nefsini eğitebilir ve aklıselime ulaşabilirdi. Kapının üstündeki üçgenin kenarlarında bulunan kare şeklindeki üç tane taş; “akıl, gönül, nefis”, üçgenin üstünde bulunan yuvarlak taş ise “aklıselim” olmayı temsil eden taş olmalıydı. Büyükannemin anlattığı üçgen, hemen karşımda gördüğüm üçgene çok benziyordu.
Kare taşları bulunduğu düzenekte ittirmeye başladım ve üçgenin üstünde bulunan bölüme kadar getirdim. Bu arada yuvarlak taş ile üçgen arasında bulunan bir boşluk gözüme çarptı. Bu üç tane taş oraya gelmeliydi. Taşların tam olarak sığacağı kadar bir boşluktu bu. Hemen taşları bu boşluğa doğru tekrar ittirdim ve gürültülü bir ses eşliğinde kapı sonunda açılmıştı.
Toz bulutları arasında Bilge kent’i görüyordum. Hemen birileri ile karşılaşırım ümidiyle kapıdan içeriye girdim. Yalnızlığa terkedilmiş koskocaman bir şehir öylece bana bakıyordu ve içeride kimseler yoktu. Çok çok eskilerde bu kentte bir topluluğun yaşadığı aşikârdı. O an anladım ki; Bilge Kent belki de bazı şeyleri anlamamız için hikâyelerde anlatılan efsanelerden öte, gerçek bir şeydi, yalnızların, yalnız olmadıkları gerçeği kadar.
Burada bilge insanlarla tanışıp, kendimi geliştirerek, kalbimdeki cevheri bir üst merhaleye taşımayı hedeflemişken, burada kimselerin olmadığını gördüğüm anda, artık tamamen yalnız olduğumu anlamıştım. Yalnız olduğum kadar ümitliydim de.
Çünkü bir formül vardı artık elimde, tüm dünyada geçerli olan. Akıl, Gönül, Nefis...
Uğur Güney
UĞUR GÜNEY
YAZARA E-POSTA GÖNDER