YALNIZ KADIN VE ÇOCUK
Bir kadın için en korkutucu duygu “yalnız kalma” duygusudur... Aslında “yalnız kalma” duygusu kadın erkek tüm insanlar için en korkutucu, en başedilmez, en zavallı hissettiren korkudur...
Erkek yalnızlık duygusunu “meslek ve kariyer aidiyeti, siyasi aidiyet, takımdaşlık aidiyeti, millet ve vatan aidiyeti” gibi kavramlarla, tahammül sınırlarının içine sokar...
Oysa bu tip kamuflajlardan nispeten uzakta yaşayan kadın, esas olarak “yalnızlığını giderebileceği tek bir varlığa” yönelir...
O varlık çocuktur...
***
Kadın 30 yaşından itibaren karşı konulmaz biçimde çocuk ister...
Hayatı paylaşmanın, yalnız kalmamanın, ilerde yıkılmamanın ve kadınsı varolmanın ön koşuludur o...
Çocuk “bitmeye yüz tutan genç kadın çekiciliğinin yerini alacak” yegane projedir...
Bir kadın geçmekte olan yılların erkekten çok daha fazla kadını vurduğunu bilir...
Fiziksel çekiciliğinin hiçbir zaman 20’li yaşlardakine erişemeyeceğinin farkındadır...
Bir süre sonra “ofsayta” düşmekten korkmaktadır...
Onun fiziksel çekiciliğini gündemden düşürecek yegane projelik “annelik projesidir...”
Olgunlaşmakta olan genç kadın anne olduğunda rahatlar, huzura erer... O bir annedir...
Artık onun “fiziksel çeki-
ciliğinin” sorgulanması mümkün değildir...
Değersizleşmesi ihtimali sıfırlanmıştır...
O bir çocuk sahibidir ve artık o kutsal mertebesinde muamele görecek bir annedir...
Annelik fonksiyonuyla toplumsal statüde yeniden değer kazanmış, kabul ve saygı görmüş yeni bir rol model olarak yaşamını mutlu sürdürmeye başlamıştır...
***
30 yaş civarına gelen kadının inanılmaz bir arzuyla “çocuk” talep etmesi esasen bundandır...
Kaybolmaya yüz tuttuğuna, eski çekiciliğinin olmayacağına, etraftaki çekici güzellerin gerisinde kalacağına inanır o günlerde...
Çocuk 30’lu yaşların en önemli projelerinden biridir kadın için...
Onun için Sex and the City kadınları olarak adlandırılan ‘metropol kadını’ kendisinden beklenmeyecek ölçüde fedekar bir anne, çocuğuna aşırı düşkünlük gösteren kadın halini alır...
“Aşkım, sevgilim” türü sıfatlar anneyle özellikle erkek çocuk arasındaki iletişim replikleridir...
Çocuk, hangi toplumsal konumda olursa olsun, “kadın yalnızlığının biricik panzehiri, anlamlı bir şeyle yaşamı paylaştığının işareti, kendi özdeğerliliğinin vazgeçilmez ürünüdür...”
Çocuk, kadının genç kızlığındaki fiziksel çekicilikle sağladığı değeri ‘annelik’ kavramıyla çok değerliye sıçratan bir mucizenin adıdır...
***
Ne ki, kadının yaşamının en korkunç korkusu olan “yalnızlık korkusu” uzun vadede tek başına çocukla giderilemez...
O “çocuğuna her şeyiyle sahip olarak yalnızlığını gidermek istemektedir...”
Oysa çocuk, ergenlik yıllarındaki ilk romantik aşklarından başlayarak artık kendi hayatını yaşamaya başlayacaktır...
O hayatta anne bir kılavuz, arada bir sevilecek, danışılacak, varlığıyla mutlu olunacak ama daha fazla da hayata karıştırılmayacak bir kimsedir...
Anneler çocuklarının ilk sevgililerini çok kıskanırlar...
İlk sevgili, çocuğun gitmekte olduğunun ilk işaret fişeğidir...
Onun içindir ki anneler
çocuk tatlı bir hayal dünyasında “sevgilisini uzun uzun düşünüp hayaller kurmasın” diye her şeyi yaparlar...
Adına “derslerini engelliyor, yarın bitecek üzülecek” derler...
Oysa ders değildir esas konu...
Çocuk gidiyordur elden, kendi hayatına doğru...
Onu hisseder kadın...
Tıpkı bir zamanlar kendisinin de annesine yaptığı gibi...
KISKANMANIN ESKİ TADI YOK...
Dün Taraf Gazetesi’nin verdiği Cumartesi
ekinin kapağında Nazım Hikmet vardı...
Eki yapanlar Nazım Hikmet’in hayatını anlatmak için kendi yazdığı Otobiyografi şiirini yayınlamışlar...
Uzun zaman olmuştu o şiiri okumayalı ve şairin kadınlarıyla yaşadığı zikzaklı ilişkiyi düşünmeyeli...
Gerçek şu ki, Nazım Hikmet mutluluğun doruklarıyla mutsuzluğun dibsiz karanlıklarında dansetti durdu kadınlarıyla ilişkilerinde...
Orhan Veli’nin deyimiyle
“Tarifsiz kederler içinde” bir
hayattı Nazım’ın kadınlarıyla yaşadığı hayat...
Şöyle demiş Otobiyografi’de Nazım Hikmet:
“sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadar haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın...”
***
Şimdi ne kadar değişmiş
hayat...
Herkes sadece aldatıyor...
Deli gibi kıskanmanın bile eski tadı yok...
Hayat sıradanlaştı...
Duygular su yüzeyindeki köpük gibi eriyip kayboluyorlar...
Artık aşklar ve deli gibi kıskanmalar...
Sanki sadece Nazım’ın dizelerinde varlar...
Simone Signore “Özlemin eski tadı yok” demişti...
Kıskanma da tadı Nazım’ın şiirlerinde kalan bir nostaljidir artık...
Reha Muhtar
rmuhtar@gazetevatan.com
REHA MUHTAR
YAZARA E-POSTA GÖNDER