Dubrovnik’e gitmek üzere sabah erkenden kalkıp toplandık ve yol için sandviç hazırladık. 07:54’te kontağı çevirmiştik. Bu sefer Tivat’tan Herceg Novi’ye geçtik ve sonra ver elini Hırvatistan. (Düşününce son 3 günde 3 kere feribota binmişiz.)
Önce Karadağ sınırını geçip sonra Hırvatistan’a hoş geldik, Dobrodošli Crotia :) Saatler 09:38’i gösteriyordu Hırvatistan’a girerken.
Dubrovnik’e girişte şöyle bir sıkıntı çıktı karşımıza: Arabayı eski şehre sokamıyoruz ve bizim oda yine eski şehrin dibinde. Ne yapalım, ilk gördüğümüz katlı otoparka girdik (günlüğü 25 TL kadar), bavulları da bagajda bıraktık, merdivenlerden inerek kendimizi eski şehrin göbeğinde bulduk.
Dubrovnik tam anlamıyla turist akınına uğramış, her milletten turist fotoğraf makineleriyle karınca gibi dolanıyor. Biz de bir an onların cümbüşüne kapılacaktık ki odamızın yerini bulmak daha acil olduğu için dosdoğru turist bilgilendirme merkezine girdik.
Bulmak o kadar da zor olmadı, 100 m kadar ileride olduğu söylenilmişti, gerçekten de rahatça bulduk, adı Celenga Apartments. Mimariyi korumaya o kadar özen gösteriyorlar ki mekânın ismi aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi sokak lambasında yazılı oluyor. İlk görüşte sevdik kalacağımız yeri.
Küçük bir not, bu dar sokaklarda komşular iyi geçiniyorsa karşılıklı pencereler arasında çamaşır ipi olur, komşular ortaya asarlarmış çamaşırları; eğer araları iyi değilse herkesin kendi penceresi önünde asılı olurmuş çamaşırlar.
Dış kapı açıktı. Biz de içeri girdik ama ofiste kimse yoktu. En üst zili çaldık, ama o da konaklayanlardan biriydi, yardımcı olamadı.
Temizlikten pırıl pırıl parlayan hem de klimalı girişte oturup biraz bekleyelim dedik ki zaten kısa süre sonra Elizabeta geldi. Ne kadar güler yüzlü, misafirperver, tatlı bir kadın anlatamam, çok iyi bir turizmci bence. Çok erken gelmiştik, odaya yerleşme gibi bir ümidimiz zaten yoktu; ama odayı bize gezdirdi temizlenirken, Dubrovnik’te neler yapalım diye güzel güzel harita üzerinden anlattı da. Otopark kısmını da çözdük, daha fazla masraf olmasın diye bizi Gruz’da kardeş kuruluşları olan bir otele yönlendirdi, oraya park edebilecektik. Zaten fark ettik ki Dubrovnik içinde arabaya ihtiyacımız yoktu, havaalanına gidene kadar otoparkta yatacaktı araba.
Dubrovnik’e gelirken aklımızda Elafiti Islands ve Korcula vardı; ama sohbet sırasında anladık ki Marco Polo’nun adası Korcula’ya Dubrovnik’ten gitmek pek akıl kârı değil. Hem feribot saatleri uygun değil, karadan gitmek içinse 3 saat Split yönüne gitmemiz, oradan adaya geçmemiz gerekecek. Aklımızda olsun, Korcula’ya Split’ten ya da Hvar’dan feribotla ya da Dubrovnik’e gelmeden önce arabayla geçmek daha iyi gibi.
Elizabeta’ya teşekkür edip 10 dakika mesafede bulunan Lopud adasına gitmek üzere marinaya yürüdük.
Yarım saatte bir Lopud’a minik tekneler kalkıyor zaten, kendimizi hemen adada bulduk. Adanın özelliği doğal park gibi olması aslında, neredeyse denize kadar inen çam ağaçları altında kestirmek ideal, havası tertemiz ferah. Dubrovnik’in içindeki o sıcaktan eser yok, mis gibi kokuyor ağaçlar, hafif bir esinti var, kayalık çepeçevre, herkes de kayalıklara havlu atıp güneşleniyor zaten. Çamların gölgesinde öyle bir uyumuşum ki, süper iyi geldi. Lopud’un içinde ölüdeniz adını verdikleri küçük bir tuzlu su gölü de var, içinde çocuklar oyunlar oynuyor, ayrıca botanik park var ve çıplaklar kampı. Aşağıdaki resim Lopud’dan.
Elizabeta da söylemişti cruise gemileri gelip yolcuları Dubrovnik’e bırakınca bir anda turist akınına uğruyormuş şehir. Biz Lopud’dayken adanın karşısında demirlemiş gökdelen gibi kocaman bir cruise gemisi vardı. Ertesi günü gemi limandan ayrılınca kalabalıkta bir azalma hissetmedik değil.
Lopud’dan gelince hemen şehrin girişindeki yerden kendimize dondurma aldık. İki top dedim ama biraz fazla fazla koyuyorlar sanırım, kule gibi toplar üst üste bindi; ama o sıcakta nasıl iyi geldi belli değil. Hele de otoparka çıktığımız o merdivenleri ve yokuşu tırmanırken...
Otoparkın karşısında küçük bir market bulduk, oradan eve bir şeyler aldık yiyecek (o kadar güzel bir mutfağımız, tenceresinden kadehlerine yemek takımına o kadar güzel mutfak gereçlerimiz var ki, kullanmamak olmaz), makarna, domates, peynir, ekmek, kavun v.b. Otoparka günlük bilet aldığımız için arabayı çıkarmadık ama bavullardan bize iki gün yetecek kadar eşya ayırıp deniz çantalarımıza tıktık ve odamıza geri yürüdük. Bavulları merdivenlerde taşımak gerçekten eziyet olacaktı zaten. Hemen Hilton Imperial’i geçince Hırvatistan’da en sık gördüğümüz Konzum marketlerden birinden bir de güzel bir şarap beğendik, soğutup açtık mı akşama keyfimiz tam yerinde olacaktı.
Odamız pırıl pırıl. Bize özel bornoz takımlarımız, terliklerimiz bile var, 4* otel gibi maşallah. Beyaz şarap eşliğinde domates soslu makarna ile akşam yemeğimizi de yedikten sonra dışarı çıktık. Canlı müzik yapılan bir cafe’nin etrafında toplanan kalabalığa karıştık, restoranların birbirine benzediği ve daha çok pizza ağırlıklı olduğunu fark ettik. Bir de döner yapan bir yer gördük ki gayet şıktı, aynı zamanda pizza falan da yapıyordu, bir de kebabın tarihçesini yazmış duvarlarına. Gülümsedik ve sokaklarda yürüyerek geceye karıştık.
Nilhan Fidan
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER