Güneş batmamıştı daha. Aydınlıktı hava. Seninle tanıştığımız gün giydiğim beyaz bluz vardı üzerimde. Spor ayakkabılarım bile aynıydı. Pek tekin gözükmeyen daracık iskeleden küçük adımlar atarak ama korkusuzca, tek başına yürümüştüm tekneye. Tanıdıklar vardı, göz aşinalığımız olanlar, bir de yeni tanışacağımız arkadaşlar. Mis gibi bir hava vardı, öyle huzurlu, dingin, mavili beyazlı ve güneşli. Pink Martini vardı usul usul güverteden yükselen. Büyük minderlerimiz vardı, güneş gözlüklerimiz, bir de üşürsek diye yanımıza aldığımız şalımız.
Yanımızdaki teknelerde de bir doğum günü bir de bekârlığa veda partisi vardı besbelli. Bir tarafta renkli yastıklar ve oyuncak ayılarla döşeli bir köşe, diğer yanda ellerinde içkileri, etrafı kesen erkekler grubu. Bekâr erkeklerin arasında da en çarpıcısı bıyık buran pala bıyık abi. Bizim teknede uzunca bir süre bıyıkların takma olup olmadığı tartışıldı.
Kuruçeşme’den hareket ettiğimizde iyice alçalmaya başlamıştı güneş. Turuncu bir ışık yayılıyordu denizin iki yakasına. İlk şarabımızı almıştık. Biraz hızlı gitmiştik sanırım başta, sonra yavaşlamıştık çakırkeyif olunca. Ne çok gülmüştük. Bütün herkes toplanmış; ilk eşlerimiz, çocuklarımız, hatta sevgililerimizi karada bırakmıştık. Yalıları seyre dalmıştık onlar kıyıdan bize bakarken. Uzaklaşmak istemiştik biraz, açılmak ne iyi gelmişti bize.
Kuruyemiş ve cipsle başlamıştık atıştırmaya. Yanımızdan geçen motorlara ve vapurlara el sallamıştık. Köprünün altından geçerken dilek tutmuştuk ya tutarsa diye. Bir gelinle damat görüp “tebrikler!” diye bağırmıştık. Gelin, bize çiçeğiyle selam vermişti. Damat, kocaman gülmüştü. Bir o yakaya bir bu yakaya bakar olmuştuk. Nerede olduğumuzu tartışır; o köşkün bahçesini, ilerdeki koruyu, geride bıraktığımız gökdelenleri gösterir olmuştuk birbirimize.
Sonra tepelerin ardından kayboldu güneş. Yerini yunuslar aldı. Önce bir taneydiler, sonra iki, hatta dört… Gördüğümüze inanamadık başta. O kadar inanılmazlardı ki. Neşeli afacan çocuklar gibi yüzdüler yanımızda. Biz de çığlıklar atarak sevinçle el çırptık. Ne kadar güzeller, dedik. Ne kadar güzeldiler... Suya dalıp çıktılar hızla, yarış tuttular bizimle. Keşke hep bizimle gelselerdi.
Frank Sinatra söylüyordu sanırım. Saçlarım uçuşuyordu rüzgârda. Parmaklıklara yaslanmış, dalgalarda geziniyordum. Bir an dalmışım, “heey” diye seslendiler, “nerelere gittin?”. Buradayım, dedim, karşı yakada, deniz kıyısında hemen tanıyıverdiğim bir noktaya bakarken. Hadi şerefe, dedim. Kadeh tokuşturduk.
Şehirden uzaklaştıkça daha çok esiyordu rüzgâr. Ne de olsa geçit vermez binalar geride kalmıştı. Soğuk bile denebilirdi. Ama Temmuz’da üşümeyi özlemiş olmalıyım; üşüteceksem böyle üşüteyim dedim. İnat ettim, şala sarınmadım.
Derken yakamozlar uyandı. Gözlerim onlarda dolaştı, aklım nerelerde… Mehtap vardı bu gece. Kuytu bir koyda mola verip çupra yedik sazlı sözlü. Aslında o şarkıyı da çaldılar; ama Sezen kadar güzel söyleyemediler. Bense her zamanki gibi hakkını verdim şarkının, sonra da sana ve yunuslara kadeh kaldırdım. Şanslı günümde olmalıyım, hediye çekilişinde kupa bile kazandım. Güldüm, oynadım, kâh keyiflendim, kâh efkârlandım. Bir ara kendimi kaybetmişim, şişeyi aldım elime… “hooop” demeseler kafaya dikiyordum az kalsın. Ama helal olsun, bu halimde bile iskeleden tek başıma, hiç kimseye tutunmadan indim. Hem de aynı daracık, pek tekin olmayan iskeleden.
Uzun zamandır bu akşamki kadar mutlu hissetmemiştim sanırım. Açıklarda sesler yitmiş, yalnızca ben kalmıştım kendimle. Sanırım en çok bu anları özledim şehre dönünce. Zamanı hiçe sayıp denizin ve göğün kollarında olmayı… Hiç bir şeyin ve her şeyin ortasında, öylece sessiz sedasız duruvermeyi…
Nilhan Fidan
fidannil@yahoo.com
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER