Dinginliğini yaşadığımız, sonbaharın aslında bizden çoktan geçtiği tarifsiz bir mevsimindeyken yaşamımızın, bulmuştuk birbirimizi.
Artık bu evrende, bir pamuk tanesi kadar az ağırlığımın olduğunu düşünüp, buralardan uçacağım anı beklerken, sıkı sıkı tutunmama neden olan kişi, birden çıkmıştı karşıma..
O sendin.
Benim hayatımda tutunacağım iki evladım vardı, insanın iki evladı olması da devamlı yanında olacakları anlamına gelmiyordu ya.
Günler geçmiş onları büyütmüş, kendi yuvalarını kurmuş ve artık benim çatımdan ayrılma vakitleri çoktan gelmişti.
E aynı yollardan bende geçmemiş miydim ?
Benim durumumda annemle tek farkım, o babamla tam bir emekli hayatına kavuşurken, benim çocuklarımın arkasından, yalnız yapayalnız bir şekilde el sallamamdı.
Ben oldukça genç bir yaşta eşimi, çocuklarım ise çok küçük yaşta babalarını kaybetmişlerdi. O gün bu gün birlikte büyümüş, onlar büyüdükçe ben bir nevi kendi hızımı daha düşürmüştüm. Onlar tek tek kendi ayakları üzerlerinde durmaya başlayınca ben oturabilmiş, soluklanmaya vakit bulabilmiş ve kendi dünyamda küçülmeye başlamıştım.
Hayat anlayacağını gibi, bizim için çokta kolay olmamıştı. En azından ben açıkları kapatmaya çalışırken, yeni bir sıyrık attı hayat. Dur tamam onun da kolayı var derken, zorunu sundu bu sefer hayat.
Öyle böyle büyüdük, büyüdüler işte. Sen mutlu ol, niye üzgünsün bugün, takma kafanı, başardın işte, harikasın diyerek geçirdik evreleri.
İlkbaharımdayken, kış oldu birden. Yazın sıcağında buz tuttu sanki etrafım. Çabaladım, karın altından çiçeklerimi açtırmayı başardım.
Zaferlerim onlardı, istediğim oldu.
Güzel okullarda okudular, mutlu oldular, işleri, sağlıkları yerinde, eşlerini buldular.
Ve bir bir uçtular..
Şimdi ayrı kentlerde, ama her birimizin kalbinde yerlerimizin var olduğunu bilerek yaşıyoruz birlikte.
Ayda bir gelirler, hiç olmazsa iki ayda bir. Torunlarımla vakit geçirir, sonra bu evde hiç yaşamamışlar gibi bir bir evlerinin yolunu tutarlar.
Yadırgarım arkalarından bakarken. Sanki ben hiç yapmadım mı bunları..?
Yalnızlık işte….
Bir sabah gelen postacıdır diye açmıştım kapıyı. Karşımda benim yaşlarımda, beyazlanmış kaşlarının arasından sıcacık güzel gülümseyen gözleriyle, çekingen ama huzurlu edasıyla bir merhaba gelmişti tanımadığım o beyden.
-Merhaba demiştim, yarım açtığım kapının arasından. Usulca.
-Ben yeni taşınan yan komşunuzum. Öncelikle bir merhaba demeye, ardından evimden olmayan elektriklerin kaynağını sormak, sizde bir kesinti var mı demek için çalmıştım kapınızı dedi.
-Hayır dedim. Kesinti yok. Bir ihtiyacınız varsa elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım.
-Hayır, teşekkür ederim. Size iyi akşamlar madam demişti.
-Ve ben, size de iyi akşamlar diyerek kapıyı kapatmıştım.
O beyle ilk tanışmamız bundan ibaretti. Sonraki günler ben bahçemi sularken, o kendi çapında market alışverişini yaparken arada sırada karşılaşan, birbirimize küçük selamlamalar verdiğimiz bir tanışıklıktı.
Bir akşam yine her zamanki gibi sıradan gecelerimden birinde, ben camımın önünde örgümün ilmiklerini yavaş yavaş atarken, birden kapı çalındı.
Kapıda o vardı.
-Afedersiniz, iyi geceler. Ben ışığınızın açık olduğunu görünce, biraz sohbet varsa bir kahve bahanesiyle kapınızı çalmış bulundum. Umarım rahatsızlık vermemişimdir.
-Bunu gördüğüme aslında içimden çok sevinmiştim. Ama tabi ki, daha hiç tanıma fırsatı bulmadığım bu beye, bunu da çok belli etmemiştim. Tabi buyurun demiştim, buyurun içeri.
İçeri geçtiğimizde, kibarlığından nereye oturacağını bilemediği koltuklardan birine elimi uzatarak şöyle buyurun demiştim.
Ben her zaman bu berjere oturum, sizde söyle buyurun. O an birden aklıma gelen şey, bu güne kadar eşimden başka kimsenin karşımdaki o berjere oturmamış olmasıydı.
Duraksamıştım birden, gözlerimi anlamsız bir noktaya dikerek, boşluğa dalmıştım.
Halimde bir gariplik olduğunu anlayan komşum, afedersiniz bir sorun mu oldu ? İyi misiniz ? diyerek, beni daldığım o boşluktan çekip almıştı.
O an bir şeyleri anlamıştım, içimde bir his bu tanışıklık herhangi bir şey gibi değildi diyordu. Belki bir dostluk, belki bir kardeşlik, belki de…
İçimde, yaşlı bedenime aldırış etmeyen güzel bir heyecan vardı. fazla zaman kaybetmeden.
-Ne içersiniz ? diyerek konuşmayı başlatmıştım.
- Kapıdan içeri girerken demiştim. Kahve, bir kahveniz varsa hayır demem.
-Tabi hemen getiriyorum derken, küçük tebesümümle mutfağın yolunu tutmuştum. Kahvenin yanına tabakta bir şeyler hazırlamaya çalışırken, halimi görmeliydiniz. Sanki kurabiyeleri ben koymuyor, kurabiyeler tabağa nasıl koyulmaları gerektiklerini parmaklarıma hükmediyorlardı. Durum anlayacağınız gibi kahveleri koyup, tepsiyi hazırlayana kadar epey bir vakit almıştı.
-İçerden bir ses, yardıma gelebilirim. İhtiyaç var mı ? demişti.
-Hayır teşekkür ederim diyebilmiştim. Bir erkek sesi, bu evde duymayalı ne çok zaman olmuştu. Sanki o susuyor ama ben, yankılanmalarını devam ederek duyuyordum.
İçeri geçtiğimde beni gören komşum ayağa kalkmış, yardım edeyim size derken elimden tepsiyi almış ve bende böylelikle onun önüne sehpayı kolaylıkla yerleştirebilmiştim.
Sohbetimize, bu bir nevi emrivakisini kırmadığım için teşekkürle başlamış, benimde onun gibi yalnız yaşadığımı ortak bahçevanımızdan öğrenerek bu cesarette bulunduğunu öğrenmiştim.
Bu küçük araştırmayı öğrendiğime içten içe seviniyor gibiydim. Anlamadığım, neydi benim içimdeki uyanan genç kız halleri. Hiç çaktırmıyordum.
O kendinden bahsederken hiç evlenmediğini, bir üniversitede akademisyen olduğu için, hep okul-iş yaşantısından, vakitsizliğinden bir türlü evlenmeye o sorumluluğu almaya cesaret edemediğinden bahsediyor, en çokta bir çocuğunun olmadığından yakınıyor ve üzüntü duyuyordu.
Bende kısaca kendi hayatımdan, ölen eşimden ve çocuklarımdan bahsetmiş ve böylece yakından tanışmış olmuştuk. Saate bakmaya sıra gelince gecenin üçü olduğunu anlamış ve ikimiz bir anda gülmeye başlamıştık. Bu vakit, bizim gibi yaşlılar için baya geç bir saatti.
Hemen yerinden ayaklanan John, nazik misafirperverliğim için bana teşekkür ederek kapıdan ayrılırken, ben her sabah yürüyüşe çıkıyorum, benimle yarın sabah yedi de yürüyüşe gelir misiniz ? diyerek sormuştu.
Hiç beklemediğim bir soru, hatta teklifti bu. Duraksamış, ama uzun süredir aksattığım bu yürüyüş işi, bir arkadaş bulunca hayır denebilecek türden değildi.
-Çok sevinirim, o halde yarın sabah görüşürüz diyerek kapıyı kapatmıştım.
O hamleden sonra yaptığım ilk iş, koşar adımlarla merdivenleri çıkmak ve üst kattaki odamda yarın sabah için giyeceğim spor kıyafetlerini, seçip hazırlamaktı.
Bugüne kadar hiç olmadığım şekilde hazırlanmış, saç tokamdan, çorabıma kadar uyum içinde kendimi sabah onun karşısında bulmuştum.
Eskiden sadece beyazlamış saçlarımın fakındayken, şimdi pembeleşmiş yanaklara da sahiptim.
Daha doğrusu artık…. Kış vakti bir güneşe sahiptim.
Uzunca yol boyu yürümüş, bulup oturduğumuz banklarda kısa sohbetler yapmıştık. Şansımıza hava çok güzeldi, yürüyüşümüzün bitişine doğru ondan gelen, açıkçası ben sizin gibi güzel kahve yapmayı beceremem, bu yüzden kabul ederseniz şu ilerideki cafe de size bir kahve ikram etmek isterim.
O kadar sıcak o kadar içtendi ki…
-Peki, tamam. Demiştim.
Güzel sohbet orada da devam etmiş, bu yürüyüşler artık bizim hayatımızda bir rutin haline gelmiş ve bundan da başka yaptığımız bir şey yoktu zaten.
Bir sabah yine beni yürüyüş için evimden almaya gelmiş, fakat kapıyı açmadığımdan endişelenerek bahçeye girmiş, evin içine bakınmış ve beni her zaman oturduğum berjerimde yığılmış halde görmüştü.
Bahçevanımda her zaman evimin anahtarının bir yedeği olduğunu bildiğinden, hemen onu aramış ve eve gelerek beni bir ambulansla hastaneye kaldırmışlardı.
Merak edilecek bir şey yoktu. Küçük bir kalp sıkışması ve ardından gelen baygınlık.
Küçük diye adlandırıyordum, çünkü onu bırakıp gitmeye hiç niyetim yoktu. Doktorların tavsiyelerini alarak evime gelmiştik. Artık kahveyi daha az tüketecek, uykumu ihmal etmeyecek, üzüntü ve heyecanlardan uzak duracaktım.
Üzüntü o hayatıma geldiğinde beri yoktu, ama “heyecan”.. Onu gelirken kucağında bana getirmişti.
Evde oturduğum berjerden, gözümün içine bana bakıyor,
ne yapmam gerekli şimdi sana? ne istersin ? diyerek beni sorulara boğuyordu.
Birden doğruldu, bana bakarak birazda zorlanarak önüme eğildi.
-Ben sensiz yaşayamam, bunu bugün daha iyi anladım.”Benimle evlenir misin” dedi.
Bu o zamana kadar aklımın ucundan geçmeyecek bir andı. Ne diyeceğimi şaşırmış, gülücüklerimle parlamış ve birden ellerini tutarak “evet” diyebilmiştim.
-Bu benim yapamayacağım, bugüne kadar kendimi kapattığım, bu uzun zamandır ben olmadığım bir andı. Ama cevabım buydu “evet” .
Kızım ve oğlum bu arkadaşlığımızdan haberdardı. Hemen arayıp onlara bu durumdan bahsetmiş, utanmış hatta çok mahçup bir şekilde geçen konuşmamızı anlatmıştım. Ve ardından hemen eklemiştim, onların karşı çıkacağı bir durum ise bu hemen vazgeçebilir daha doğrusu uygulamazdım.
Aksine onlar bu duruma çok sevinmiş olduklarını, yakın zamanda başımdan geçen sağlık probleminden sonra benden endişe duyduklarını, bu arkadaşlıkla artık birbirimize göz kulak olacağımızı söyleyerek, telefonumu kapattılar.
Çok geçmeden ilkbaharın geldiği bahçemizde, çocuklarımın, torunlarımın ve John’nun fakülteden birkaç arkadaşının katılımıyla küçük bir törenle hayatımız birleştirmiştik.
Aklıma gelmeyecek bir hatıraydı hayatımda “o an” benim için.
Kısa sürdü.
Çok kısa..
Evliliğimizde en güzel anlar, sabah beraber uyandığımız saatlerdi. Benim ilk işimi mutfağa giderek kahvaltıyı hazırlamak, onun işi ise bahçeyi sulamak ve bazı günler benim budanmış çim kokusuna bayıldığımı bilerek, vakti gelmeyen çimleri budar ve mutfak camının önüne gelerek “Hadi gel kahvaltımızı burada yapalım” diyen o çocuksu gülümseyişiydi.
O güzel anları hiç mi hiç unutmayacağım..
O gülümseyişini….Hiç
Bir sabah yine aynı güne uyanmış ve o bahçenin yolunu tutarken ben kahvaltıyı hazırlamaya koyulmuştum.
Kahvaltı çoktan hazırlanmış, hatta o sabah onun bayıldığı kreplerden de yapmıştım.
O kokuyu duyan John’nun, çoktan mutfağın camına gelip kontrol etmesi, hatta işini bile yarım bırakıp “bugün de böyle olsun” diyerek masaya oturması gerekirdi.
Ya bir tanışığa rastlamıştı yada gazeteyi her sabah bırakan çocukla sohbete dalmıştı. Çayları koyup kapıdan dışarı şöyle bir bakmış ama etrafta onu görememiştim. Bahçe terliğimi giyip evin çevresini dolaştığımda ise, onu arka bahçede elinde su hortumuyla yerde yatarken bulmuştum.
Gittiğimde, gözleri açık çimlere bakıyordu. O çok sevdiğim, gözü gibi baktığı çimlere.
Sanki bana sarılır gibi kollarını açmış ve ona sarılmıştı.
Öylece sarılmış..
Sağlık görevlileri geldiğinde artık çok geçti.
Zaten biz seninle, her şeye geç kalmamış mıydık ?
Seni götürdüklerinde benimde yerimin artık burası olmadığını anlamıştım.
Şimdi ben bir bakım evinde, çimlerin olmadığı bir bahçeye bakan odamda, geç kalınmışlığımızla yaşıyorum.
Ne zaman gelip beni öpüp yanına alacağını merak ederken, işte o zaman birlikte basacağımız bahçeleri hayal ederek yaşıyorum.
“Çimleri” hayal ediyorum…
NEMZA SİNANOĞLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER