Bahar tüm hassas bünyeleri itinayla çalkaladı, rüyalarımız aklın, mantığın, sağ duyunun sınırlarını zorluyor ama burada her sabah adını bilmediğim kuşların, daha önce hiç duymadığım cıvıltılarıyla uyanıyorum. Sokaklar portakal çiçeği kokuyor ve limonların ağırlığından bıkmış ağaçlar onları toprağa silkeliyor, sineklere yem olsunlar, toprağı beslesinler diye. Hayatınız boyunca fonda bir trafik uğultusu ve şehrin sesleriyle yaşamaya alıştıysanız kuş cıvıltıları insana Çehov’un oyunlarındaki ses efektlerini çağrıştırabilir ve hiç utanmadan seslerin gerçekliğinden şüphe duyabilirsiniz.
Benim gibi hayatında bir sardunyaya hayat vermemiş, ota çiçeğe yabancı, polen alerjisi olan bir insan bile baharın yeniden doğuşu, tazelenmeyi gözümüze soktuğunu düşünürken bulabilir kendisini.
Doğanın saf doğallığı gözlerimden, burun deliklerimden giriyor ve gerçeküstü manzaralar çiziyor zihnime, her nasılsa, ben de şaşkınım. Her sabah gerçeküstü rüyalar ülkesinden uyanıp çiçekleri görüyorum. Evrende kendilerinden başka önemli bir şey yokmuş ve tüm gezegenin nabzı bir çiçeğin taç yapraklarında atarmış gibi kendilerinden emin, görkemli bir gururla açıyorlar. Bu umursamaz ve ben merkezci şahanelik tüm ezberimi bozuyor, kendimden şüpheye düşüyorum, acaba diyorum arıza bende mi? Hayat nasıl yaşanmalı ki zaten, acelesiz, umarsız ve sonsuzluğun içinde en önemli eylemi gerçekleştirdiğinden emin olarak mı? Bu eylem sadece kollarını açıp bir kedi gibi gerinmek de olsa? Peki biz neden kendimize karınca kolonilerini örnek almışız? Neden ağustos böceklerini kışın dondurucu soğuğuna terk etmeyi bilgelik saymışız? Çalışmak bu kadar yüce bir şeyse neden krallar inşaatta çalışmıyor, kraliçeler evlere temizliğe gitmiyor? Tuhaf bir karmaşa var ortalıkta, tüm kültürlerde çalışmak yüceltiliyor ama bir taraftan da her bir insan çalışmak zorunda olmayacağı günlerin hayaliyle yaşıyor. Çalışmak başarıyla, var oluşun onaylanmasıyla, parayla en komiği de özgürlükle özdeşleştiriliyor. Özgür olmak için tutsak olmak mı lazım!?
Hesabına çalıştığımız büyük patronlar ya da hükümetler de bizden çok farklı değil aslında olmayan bir savaşın ihtimaline karşı, dış mihraklara karşı, iç mihraklara karşı, diğer partiye karşı, ona karşı, buna karşı derken tepedekiler de fena halde işkolik. Eskiden derebeyleri, padişahlar, krallar şatolarında lüks içinde yan gelip yatarlarmış, etrafta bin beş yüz hizmetçi, elbiselerini bile lütfedip kendileri giymezlermiş. Zamane derebeyleri stres ve endişeden muzdarip, on tane de yaşam koçları olsa günün yirmi beşinci saati için Secret yapıp mevlüt okutuyorlar… Her geçen gün daha fazla insan pes ediyor, mutsuzluğa daha fazla dayanamayıp yenilgiyi kabul ediyoruz, kendimize acıyarak geçen birkaç uzun aydan sonra hayretler içinde daha önce bilmediğimiz bazı hislerle tanışıyoruz. Mesela stres ve endişenin terk ettiği boşlukları evren önce neşeyle dolduruyor sonra da sebepsiz bir huzurla ve bir noktada aslında mutluluk denilen şeyin sadece istediğimiz şeyleri yapıp istemediğimiz şeyleri de yapmamak olduğunu hatırlıyoruz. İhtiyacımız olan tek şey bir parça cüret. Cesaret değil cüret, çünkü burada korkularla yüzleşmekten çok daha kadim bir mesele var. Annelerimizin ve onların da onlarca kuşak evvel babalarının verdiği kararların yanlış olduğunu düşünmeye cüret etmeliyiz. Devlet büyüklerinin ve onlardan da öncekilerden çok çok öncekilerin kurduğu düzenlerin hatalı olduğunu düşünmeye cüret etmeliyiz. Her şey düşünmekle başlar, hayal edebildiğimiz bir şeyi yapamadığımız zamanlar olmuştur ama hayal edemediğimiz bir şeyi yapabilmek görülmüş şey değil! Önce düşünmeye cüret edeceğiz, sonra o düşünceyi gerçekleştirmeyi hayal edeceğiz ve sonra hayata geçirmeye cesaret edeceğiz. Başka baharlara bırakmayın en azından düşünmeye cüret edin, hayal kurun kim bilir belki gelecek bahar da cesaret edersiniz…
İLKAY CAM
YAZARA E-POSTA GÖNDER