Kimsenin beni böyle uzun süre izlemesine izin vermezdim ben, karşımda durmuş, okuduğum kitabın ismine, aldığım notlara, tırnaklarıma ne sürdüğüme, yüzük parmağıma ne taktığıma, sol kulağımdaki zincir küpeye, ayakkabı bağcıklarıma, fermuarı açık kalmış lacivert çantamdan sarkan hırkama, ben telefonla konuşurken ağzımdan çıkıp var olan her kelimeye, gözlerimden çıkıp var olan her telaşa, her şeye, her şeye yeni doğmuş bir bebeğin annesini izlemesi gibi dikkatlice, hiç sakınmadan, ben böyle bakarsam bu kız ne der diye düşünmeden bakıyor: Sanki hayattan hiçbir çekincesi yok, ya da o kadar umursamaz ki, incelediği kişinin ben olduğumun, ona önce anlamsız, sonra sinirli gözlerle baktığımın farkında bile değil, farkındalığın tanımını bilmiyor, bilmeyi reddediyor, öğrenmeye de niyeti yok gibi, ama o kadar da doğal, içten. Yüzünde bir gülümseme ya da sinsilik yahut bir beğeni yok henüz: Sadece bir çift yeşil meraklı göz. Açık.
Burada, bu kalabalığın içinde, her zaman istisnasız bulduğum kendime ait küçük alanda, minyatür ahşap masalarda bir şeyler içmek üzere minyatür taburelere oturduğumda, bu sıkışıklıkta, ortasında bulunduğum insanlarla birbirimize değmeden (çoğu kez) nasıl oturabildiğimizi, diğer tüm oturanların da nasıl oturabildiklerini düşünüyorum. Ve bazen saatlerce. Yürüyebilme yeteneğimi unutturacak kadar uyuşmuş olan bacaklarımı hissettiğim anlarda, ‘kendime işkence mi yapıyorum buraya gelip’ sorusunu her soruşum, anında inkârcı cevapları beraberinde getiriyor. Gelip tesadüfen karşısına oturduğum ilk zamanda onun kitap okuyor olduğunu hatırlıyorum. Elleri ile yukarıda dik bir şekilde tutup okuduğu için kitabın ismi tam karşımda: Zamanı Sorgulamak, Ahmet Oktay.
O an, orada oturduğu için onu hemen seviyorum. Okuduğu kitabı öylesine okuyormuş gibi bir hali yok. Okumaya devam edilen hangi kitap öylesine okunmuş olur ki. İçinde, bilmem kaç sayfada bir geçen altı çizilecek tek bir cümle için okuduğumuz kitaplardan değil onunki. O, kitabın içine girmiş. Ben de kitabın içine, onu bulmaya giriyorum ve orada ona düşündüklerimi anlatıyorum: Geçmiş dönem insanları, kendi döneminden insanları anlayamıyordu. Ama şimdi, bizim yaşadığımız bu devirde, biz hem içinde bulunduğumuz dönemi anlayamıyoruz hem de gelecektekileri anlayamayacağız. Kötüye doğru atılan sağlam adımlar. Bundan bir sonraki kuşak daha iyi ya da anlaşılır olmayacak. O nedenle geçmiş zaman insanlarını çok şanslı buluyorum ve çok seviyorum. Onları kıskanmam bu yüzden.
Onu kitaptan çekip çıkartmış olmalıyım ki, artık kitabın sayfalarına değil bana, tam karşısında oturup onun bakışları olmazsa kitap okumaya devam edebilecek olan bana bakıyor. Sanki az önce düşündüklerimi duymuş gibi. Yine sesli düşünmüş olmaktan korkuyorum.
**
Bir süre sonra hesabı ödüyor, o çok genişmişçesine eşyalarını yaydığı masasının üzerini topluyor, gidiyor. Kıvrılan yolun üzerindeki kitapçıyı dönmeden önce son kez dönüp bakmıyor.
O an tadım kaçıyor, isteksizce kitabıma dönecekken gözüm boşalan masaya takılıyor. Üzerinde bir kitap: Zamanı Sorgulamak, Ahmet Oktay.
Alıyorum.
(Mel Torme – The Moon Was Yellow çalıyordu. . .)
http://lozanika.tumblr.com/post/13590968243/the-moon-was-yellow-mel-torme
DEMET ÖZGE AYKAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER