Neden evde oturup herkesin sıkıcı ve anlamsız bulduğu Fransız filmlerini izlemek ve başrol karakteriyle kendim arasında bir bağ kurmaya çalışmak varken, bu sıcak, bunaltıcı mekandayım, çok beklemekten gözümde gittikçe büyüyüp üzerime gelen, tavan boyunca yükselen kitap raflarının önünde duruyorum, görevlilerin çok da önemli bir kitabı bulmaya çalıştıklarını zannetmiyorum, bir eğitim kurumunun önerdiği her kitabın anlamlı olması gerekmez, ama neden buradayım, başka zaman mı yoktu, bu nasıl bir görev ve eğitim bilinci böyle, diye düşündüklerini bakışlarından anlıyorum insanların, onlar bile beni çözmüş, sanki hepsinin gözü üzerimde, bana bakıyorlar ve takdir edecekleri yerde, kendileri bu kadar bekleseler düşüp bayılacaklarını düşünüyorlar, şimdi hepsi bayılsın da yerim ferahlasın diyorum, daha önce ferahlayan bir yere hiç rast gelmedim, yanımda, tezgahın önünde benimle beraber yaklaşık yarım saattir duran, ‘kitap elinizde yoksa kalsın’ gibi cümlelerimi duyan, kitabı arayan görevlilerin bunu duymazlıktan gelişini gören bir müşteri, zarf ve renkli kağıtlar almış, tezgahta birine mektup yazıyor, onlar kitabı ararken kaçıp gitmiyorum, kaçıp gittiğim nerede görülmüş ki, keşke yapabilsem, çok mu duyarlıyım, sanmam, ister istemez mektuba her yazdığını okuyorum, daha doğrusu istiyorum, yoksa düşüp bayılacağım ve insanların yerini ferahlatacağım, bir yere odaklanmam gerek, bu devirde bir ben değilmişim mektup yazan, o yazdıkça sıcak basıyor, elimdeki montu ve şemsiyeyi yere atıyorum, yerden almıyorum, kadın bir an gözünü mektuptan ayırıp bir şey isteyip istemediğimi soruyor, hiçbir şey, hiçbir şey istemem, sanırım buradan çıkamayacağım ve ölümümden sonra ünüm eğitim bilincim hakkında olacak, oysa şu anda her türlü bilincin dışındayım, tamamen kapalı bir bilincim ve sahip olamadığım bir kitabım var, aidiyet hakkında oturup düşünmek bile beni kendime getirmeyecek, kadının mektubu yazarkenki sırıtmasının altındaki intikamı görebiliyorum, aynı intikamı, aradığım kitabı bulamayan görevliye karşı besliyorum, kadın, uzun sayılabilecek zaman geçirmemizden istifade edip 'üniversite kahvesi ucuz, diyor, sakin sakin otururuz, nedir ki ucuzluk, ben her türlü fiyattan nefret ederim, hem hangi sakinlikten söz ediyor, kime anlatıyor bunu, bana, yoğun bir sakinsizlik olan bana, üniversite kahvesi en sakin olmayan yer oysa’, bana kesin mektubunu anlatacak, kesin anlatacak, ben her yerini okudum ki, o bilmiyor, kadının bir şey bildiği yok, mektubu zırvalıklarla dolu, fakat ben yalnız ve mutsuz ve intikam dolu bir kadını nasıl reddedebilirim, kitabı yeniden yazdığını düşündüğüm görevliyi reddetmeliyim asıl, kadınla birlikte, iki hafta sonra tamamen sessizliğe gömülecek Beyoğlu’nun sıkışık sokaklarından geçiyoruz, iki hafta sonra yasaklar başlayacak ve biz bu kalabalığı arayacağız, ‘bir kez olsun boş görmek istiyorum burayı’ diye ettiğim isyanımdan pişman olacağım, suçlu hissedeceğim ama kadın fazla kaygısız, hiçbir şeyden haberi yok gibi, kafeye oturduğumuz gibi konuşmayı planladığı cümleleri ağzına tıkıyorum, montumu ve şemsiyemi attığım yerde unuttum, geri dönmeliyim, hep geri dönmedim mi, bu zor gelmeyecek, yerleri gıcırdayan ahşap kafeden, kadının beni bekleyeceğini umarak ayrılıyorum.
Beyoğlu’nun boş sokaklarında yağmur, rüzgar, güneş ve sessizlik birbirine giriyor. . .
DEMET ÖZGE AYKAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER