Teneke kutulara diktiği sardunyalar canlanmış, pencerenin önü çiçek bahçesi gibi olmuştu.
Halime, ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra camdan aşağıya sarktı. Haylaz kız neredeydi acaba? Günleri onu takip etmek, görünürde yoksa iki eli kanda olsa sokağa inip, aramakla geçerdi. Çok haylazdı bu. Bıraktığı yerde duran, gitme dediği yere asla gitmeyen ablaları gibi değildi. İşi gücü bırakıp bütün gün peşinde gezmek gerekiyordu.
Eh, artık yaşlanmıştı da eskisi gibi içinden gelmiyordu bir çırpıda koşup aşağı inmek, sokakta çocuk aramak. Annesini düşündü. O da az peşinde koşturmamıştı annesini. Kız aslında kendine benziyordu da demeye dili varmıyordu. Huyunu benzetirse; kaderi, şansı da benzer diye korkuyordu.
Daha küçücükken evlendirmişlerdi kocası olacak hayırsızla. Kendisinden 7 yaş büyüktü. Hiç sevmemişti, içi ısınamamıştı ama ne yapacaktı başka? Babası istedi mi olurdu, o kadardı.
Dört çocuk doğurmuştu arka arkaya, hepsi kız. Sonuncu da kız çıkınca, kocası demediğini bırakmamıştı. Erkek olsaydı da erkek doğurtsaydı. Ama bunu içinden söylemişti, elbet. Dayağı yerdi kocası duysa.
Önlüğü çıkardı boynundan, mutfak tezgahının üzerine bıraktı. Anahtarı kapının arkasından çıkarıp, attı kendini sokağa.
Bir yandan elini gözüne siper edip, etrafı kolaçan ederken bir yandan da “Nigaaahh” diye bağırıyordu. Bakkalın çırağı oturduğu sandalyeden seslendi “Abla, inşaatın oraya doğru gidiyordu arkadaşlarıyla”.
Haylaz kız! Kaç kere oraya gitmemesini söylemiş, saçını çekmiş, kulağını bükmüştü. Ama yok, laf anlamıyordu. Bildiğini okur, başkası ne dese kulak asmazdı. Kafasına koydu mu bir şeyi, ne yapar ne eder, yaptırırdı istediğini.
Nigah, inşaatın oradaydı işte! Kırık, dökük kiremitlerden, inşaatın köpeğine kulübe yapıyordu arkadaşlarıyla. Yere çömelmiş, kiremitleri diziyordu üst üste.
Tam saçından tutup, eve götürmek için o tarafa doğru yürümeye başlamıştı ki; arkasından bir ses geldi.
Küçük bir kız çocuğu, ona yalvaran gözlerle “yapma” dedi.
- Buralarda başına bir iş gelecek, ne yapmayayım?
- Sen de onun gibiydin, annen vurduğunda en çok, etin değil, için yanardı.
- Benzetme onu bana, benzemiyor hiç!
- Ona kızman da bundan, sana kendini hatırlatıyor, şanssızlığını, ömrünce içini dolduramadığın boşluk hissini.
- Sen de kimsin be? Bacak kadar boyunla laf yetiştiriyorsun bana?
- Senin yapamadıklarını yapma şansı var onun! Sana benzemesinden korkacağına, sonu sana benzemesin diye sahip olduğu inatçılığı, tuttuğunu koparan hırsını ezme bari. Bırak gitsin yolunda. Sen de annen gibi davranma, destek ol. Arkasından it!
Gözleri yaşla dolmuştu. Bu bacaksız, hayat henüz onu hırpalamadan, ezip geçmeden önceki inatçı, huysuz, dediğim dedik Halime’ydi.
Eğildi yerden, ezilmemiş papatyalardan birini kopardı. Parmağında papatyayı döndüre döndüre, Nigah’ın yanına gitti.
Saçlarını arkaya doğru alıp, kulağına papatyayı taktı ve o arkasından gözleri kocaman açılmış, şaşkınlıkla bakarken, terliklerini sürüye sürüye eve doğru yürümeye başladı.
ASLISIN
YAZARA E-POSTA GÖNDER