Rüzgar camı dövüyor ve ben yağmur, sen de vurup durma şu cama, kıvamındayım. Aklıma binlerce fikir üşüşüyor. Verdiğim bir söz en çok da. Birileri sanki sözü bilirmiş gibi bana alakalı alakasız, o söze dair bir şeyler söylüyor. Sanki herkes bir olmuş, sözümü tutmamı salık veriyor.
Kaçmak güzel, arkana bakmadan, koşarak, gözünü bile kırpmadan hatta, aklından kaçmaya çalışmak. Ama sonu yok o kaçışın, kısır döngü. Aklın seninle hep ve kaçmak isterken tuzağına düşüyorsun her defasında.
Basit bir gösteriyi, şarkıyı, şiiri sevdiğim kadar yüzlerce kişinin yaptığı, her şeyin bir diğerine bağlı olduğu büyük ve karmaşık şeyleri de seviyorum. Ardındaki emeği, çalışmayı, organize oluşu, insanların bağlantılı halini düşündükçe etkileniyorum, oturup saatlerce o insanlar nasıl yaptı bunu diye konuşasım geliyor. Basit olan mı karmaşık olan mı diye soruyorum sonra kendime. Tercihimi birinden yana kullanmak istemiyor, bana hissettirdiği duyguya bakıp, birinden ya da ötekinden taraf olmamayı seçiyorum.
Hayat gerçekten seçimlerden mi ibaret yoksa başına gelenlerden mi? Hayatı anlamaya çalışmak nafile bir gayret mi yoksa? Cevabım esneklik. Evet esnek olmak, kırılmadan şekil değiştirebilmek. Hayatın öğretmeye çalıştığı sadece bu bize bence. Bir şeye tutunup kalmanı engellemek için getirdikleri ve senin buna karşı ne yaptığının toplamı hayat. Kontrol delisi olduğum anlarda esnekliğime uzaktan el sallarken; kendimi uyarmaya çalışıyor ama her zaman başarılı olamıyorum. Sınavı geçemedikçe bütünlemelerle boğuşuyor, yaz tatilini ders çalışarak geçiriyorum. Sahi, size de oluyor bu, değil mi?
İnsan, yaşadıklarının hem biricik olmasını isterken hem de neden başkalarıyla ortak payda bulmaya çalışıyor? Bu ikilemin farkında olmadan hem de. Bir yandan yandaş ararken bir yandan karşıda oturup, alkışlayan seyirciler istiyor; sen ne kadar farklısını duymak için. İkisine de ihtiyacımız var, dengeli bir şekilde biraz ondan biraz da diğerinden olmalı tabağımızda. Birini biraz fazla öne çıkardığımız anda ya kendimizden vazgeçmiş ya da yalnız kalma riskine girmiş oluyoruz. İkisi birlikte pilav üstü kuru oluyor. Yanında turşu da varsa; tadına doyum olmuyor.
İştahla yemek yemeyen insanlara hayretle bakıyorum hep. Ben yemek yemeyi sevmem, sadece doymak için yerim diyenlere acıyorum. Tat almak, zevklenmek, boğazından sevdiğin yemek geçerken damağındaki hissi, gözlerini kapatıp daha da yoğunlaştırmak dururken bundan mahrum kalanlara üzülüyorum. Görmek, koklamak, duymak, dokunmak kadar tat almak da vazgeçilmez değil mi? Neden kimse ben görmeyi sevmiyorum demiyor? Bakmayı da sevmiyorum diye gözlerini kapatmazken; tat alma duyusunu nasıl yok sayıyor?
Duygulanmak çok güzel. İnsan yanında duygusuyla gelen hiçbir deneyimi unutmuyor. O duyguyla hatırlıyor hatta. Bir konuşmadan, yazıdan, fotoğraftan duyguları çekip çıkardığında; kelimeler işarete dönüşüyor, görüntüler ekranda yanıp sönen mavi boş bir ışık oluyor.
ASLISIN
YAZARA E-POSTA GÖNDER