Yalnızlık, bir kez daha, orada otururken kalbine battı. Herkes konuşuyordu, o sessizlik isterken. Etrafına bakındı ve fark etti; kendisinden başka yalnız oturan kimse yoktu, masalarda. Sevgililer, çocuklar, arkadaşlar, garson kız bile arada gidip, kahveleri hazırlayan çocukla flört ediyordu.
Aklından atamadığı, kalbinden sökemediği, yine belirmişti düşüncelerinde. Sen beni her gün bitiriyorsun, artık yapamıyorum, diye ayrıldığı adamı aslında deliler gibi sevdiğini, hala çok sevdiğini biliyordu. Ama bilmek yetmiyordu. Babasına benzediğinden, böyle vazgeçilmez olmuştu. Onun gibi sarıldığı, düştüğünde hep elinden tutup, kaldırdığı için aşık olmuştu ona. Çok özlüyordu babasını, gideli yıllar olmuştu ama o hep babasını aramıştı, karşısına çıkan her adamda.
Bütün yaşamı, annesinin hayatını tekrar etmekle geçmişti. O nasıl sevdiği adamı bırakıp, gittiyse; kendisi de öyle yapmıştı işte. Bu lanetten kurtulmanın bir yolu yok mu, diye düşünüyor ama içinden çıkamıyordu. Etrafına baktı yine, kendisini ötekileştiren şeyi bulmaya çalıştı. Ondan başka herkes mutluydu, sanki. O ise; yanında sevdiği olduğunda bile böyle konuşmuyor, böyle bakmıyordu onun gözlerine. Kalbinde bir perde vardı sanki, o yansıyordu gözlerine. Sevginin ışığını değil, perdenin karanlığını gösteriyordu, gözleri.
Aslında en büyük korkusu kaybetmekti. Kaybetmekten korkmaktan, vazgeçmeyi seçiyordu, her defasında. Sanki vazgeçince, kaybetmiş olmuyormuş gibi.
Acıdı kendine. Çantasından aynasını çıkardı ve gözlerine baktı. O bakışları ve ifadeyi tanıyordu. Etrafındakilere baktığında sergilediği ama aslında kendine yönelttiği, acımakla hoşnutsuzluk karışımı bakışlar.
Evet, geçmişle ve kendisiyle barışması gerekiyordu ama nasıl?
ASLISIN
YAZARA E-POSTA GÖNDER