Akşamüstü kuytuluğu yine düştü sokağa. Her an ezan okunabilir ve mahallenin afacanları, anneleri isimlerini yedi mahalleye duyurmak istermiş gibi bağırmadan evlerine koşuşmaya başlayabilir. Uzun zamandır bana doğru koşturan olmadı. Hep aynı ıssızlık… Kapısı çalınan tüm haneleri kıskançlıkla süzüyorum. Sanki umursayacaklarmış veya kendi müdavimlerini bana yönlendireceklermiş gibi.
Şıklığımdan, azametimden ve konukseverliğimden bir şey kaybetmedim oysa ki… Hala Usta’nın kocaman ve bereketli elleriyle titizlikle yonttuğu ahşap oymalarım, her sene yenilenen yeşil boyalı duvarlarım ve bembeyaz panjurlarımla aynıyım. Hiç yaşlanmadım. Konuk ettiğim onca misafirin hayranlıkla parmaklarını gezdirdiği merdiven trabzanlarımdaki küçük papatya detaylarına kadar aynıyım.
Tek bir istisna dışında… O güzelim kuzine sobaları ayırdılar benden. Bağrımda yıllar yılı hem beni hem de hane halkını ısıtan o çelikten yapılma dostlarım yok artık. Üstünde kestane közlenilen kış geceleri hiç olmadı sanki. Bir gün öylece kapıdan geçen bir eskiciye; iki leğen, üç banyo tası ve tam beş düzine mandal karşılığında veriverdiler.
Oysa onlar; pembe ve mavi desenli papatyaları ile öyle güzellerdi ki… Yıllarca kendilerini tüketme pahasına harıl harıl yanarak hizmet ettikleri evden atılıverdiler. O güzelim kuzinelerin yerine gelen taş gibi ağır kalorifer petekleriyle duvarlarıma açtıkları gediklerse hala sızlıyor. Hiç acımadan, duvarımda açılacak yaraları dahi düşünmeden; sadece aldılar ve sertçe dünyamıza dahil ettiler.
O an anladım bağrımda yaşattığım insanlar için sadece bir eşya olduğumu. İnsan dünyasında eşyalar görece önemsizdir her zaman. Önce bizi ihtiyaçlarına göre yontarlar. Kendilerince bir göz aşinalığı yaratırlar. Kendilerini yakın hissedecekleri şekli verirler. Kendilerinden bir parça haline getirirler. Sonra ise sanki onlardan bir parça değilmişiz gibi üç beş plastik parçası karşılığında atıverirler.
Nesneye ruhu üfleyen; ona şekil veren özne midir sadece? Biliyorum nesneden fazlasıyım ben. Temelime konulan taşların, özenle yontulan ahşabın, günü ilk karşılayan panjurların bana kattıklarıyla bir ruhum var. Olmalı. Bunca yıldır hiç sarsılmadan ayakta kalmamın ödülü bir ruh olmalı. Bir parmak hareketiyle yıkılsam veya bir kibrit çöpüyle tutuşturulsam bile gökyüzüne karışacak bir ruhum olmalı.
Yoksa Gepetto’nun becerikli parmaklarıyla şekillendirdiği Pinokyo gibi; bir avuç sihre muhtaç mıyım? Sadece havada hafif bir kavis çizerek inen bir asa mı verebilir ruhumu? Öyleyse yıllara meydan okumanın ne anlamı var? Sorarım size (ki eskiler ve/veya eskimişler hep sorar) ne anlamı var? Bunca soruya gebe başka dimağlar veya başka evler mi var?
Sıradan olamam. Biliyorum. Sıradanlığın çizgisinde silemezler beni. Erguvanlarla her bahar açmışlığım var benim. Göçmen kuşları uğurlamışlığım. Öyle çok su döküldü ki eşiğimden gidenlerin ardından; her gidenin ardından ağlamışlığım var. Benim bir ruhum var. Kanıtlayamasam da…
TÜRKMEN İŞCAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER