Günler geçtikçe, yabancı bir şehirde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlıyorum. Turistik sebeplerle gittiğinizde birkaç gün müze gezip tarihi ve güzel yerleri görüyor, güle oynaya yiyip içiyor, sonra da tatil anıları ve bir sürü fotoğraf karesi ile geri dönüyorsunuz. Oysa orda birkaç haftadan uzun süre kalmaya başladığınızda bu tatlı hayalin yerini garip bir his alıyor – hem yabancılaştığın hem de bir parçası olmaya başladığın bu şehre dair.
Bir yanın onu severken bir yanın soğuyor güzellikleri altında yatan gerçeklerle yüzleşirken. Büyülü günbatımları, uzun akşam yemekleri ve havuz sefalarından sonra tepeleme bindiğin otobüste ayakta giderken, metro istasyonlarını ezbere bilirken, market alışverişi yaparken, bilmediğin bir dilde geçen ve tüm gün seni çepeçevre saran konuşmaları dinlerken alışmayla anlama arası bir yerde kalıyorsun. O bilmediğin dil, kimi zaman acı çektiriyor sana, kimi zaman da anlıyormuş gibi dinlediğin bir ses yanı başında. Sanki ağzını açsan sen de konuşabileceksin o dilde, istesen anlamlarını da çıkarırsın da sözlerin… Biraz hızlı konuşuyorlar o kadar. Bir de sen yorgunsun ya bugünlerde…
Ama gecenin bir vakti, trende, kalabalığın ortasında, artık kulağını tırmalamayan ama hala hiçbir şey ifade etmeyen bu yabancı seslerle başa çıkmak zorunda da kalıyorsun ya... Tam tamına sekiz saatlik bir tren yolculuğu… Biraz ilerinde el kol hareketleri, ses tonları ve bakışları ile kavga ettiklerini düşündüren insanlar beki de günlük hayattan şeyler paylaşıyorlar birbirleriyle. Sonra birden vagonun arka tarafında bir gürültü kopuyor. Tüm yüzler o tarafa çevriliyor. Bu acı yakarış da nesi… Anlayamıyorsun elbette. Üstelik korkman gereken bir şey mi, onu da bilmiyorsun. Durup yüzlerini inceliyorsun insanların. Dilin bittiği yerde insan özüne dönüyor.
İnsan bir dilin ne kadar önemli olduğunu böyle anlıyor. Bazen öyle anlar oluyor ki çığlık atmak istiyorsun derdini anlatamamanın verdiği çaresizlikle. Selanik trenine yetişmeye çalışırken elindeki Yunanca bileti gösterip hangi kompartıman diye sorduğun gar görevlisi İngilizce konuşmak istemediği için sana işaretle bile cevap vermemekte direnince içinde bir öfke seli kopuyor mesela. Bazen de o kadar buralı gibi yürüyorsun ki biri seni durdurup bir şeyler soruyor kendi dilinde ve üzülerek anlamadığını söylüyorsun.
Yadırgadığın şeyler var. Mesela, el üstünde tutulan sokak köpekleri... Bir Avrupa ülkesinden beklenmeyecek düzeyde çok sokak köpeği başıboş dolanıyor sokakların efendisi edasıyla. Oradan oraya koşturup havlayıp duruyorlar. Bazen tipini beğenmedikleri birinin peşinden bir fırlamaları var, vahşi ormanların derinliklerinden kükreyen bir aslan gibi yeleleri rüzgârda savrularak… Görmek lazım. Ama herkes o kadar alışmış ki, kimsede bir panik havası falan yok. Herhalde aşılılardır ama yine de ilginç doğrusu bu kadar rahat gezmeleri.
Atina’da trafik de alıştığın berbatlıkta. Sık sık yapılan grevler ve protesto gösterileriyle iyice çekilmez oluyor arabayla bir yerden bir yere gitmek. (Diyorum ya benziyor İstanbul’a.) Biraz da bu sebeple, Amsterdam’da gördüğün bisiklet furyasının yerini Atina’da motosikletler almış. Vızır vızır dolanıyorlar etrafta. Bu trafikte çok da iyi ediyorlar motosiklet kullanmakla.
Sonra sonra arka sokaklarını da görüyorsun bu şehrin. Neresi olursa olsun büyük caddelerin hep karanlık sokaklara çıktığını görüyorsun. Ara sokaklarda bir köşe kapmış onlarca evsizi görüyor; bu sokaklara sinmiş o pis kokuyla irkiliyorsun. Kıroluksa burada da var. Kırmızı gül ve korsan CD satan göçmenlerse, yüzlercesi turistlerin çevresini sarıyor her gün. Her yerde biten çalgıcılar da var burada, üstelik bizdekiler kadar iyi de çalamıyorlar. Kabalıksa kabalık, küstahlıksa küstahlık. Belki bizim biraz daha Avrupalılaşmış halimiz; ama yerlere tüküren de var, izin istemeden seni itip önüne geçen de.
İyilerle kötüler her yerde ne de olsa. Televizyonda ya da renkli tur kitapçıklarında görülen o güler yüzlü şen şakrak hayat da, reklam filmlerinde gözünü boyayan şampuan harikası saçlar ya da ışıltılı bembeyaz dişler gibi birer yanılsama. İşte bu illüzyon da bazen kapılar ardında gizlenip yüzünü gizliyor, bazen de perde aralığından başını uzatıp “ceee” diyor sana.
Nilhan Fidan
fidannil@yahoo.com
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER