“Bir bahar sabahı kendimi sular ülkesinde buldum. Arkamda da Don Kişot’u kıskandıracak kadar heybetli bir yel değirmeni.” Nilhan Fidan`ın yeni yazısı
Bazen bir panayırda bulursunuz ya kendinizi… Hani en beyaz suratlı palyaçolar ve en hızlı sihirbazlar karşınıza çıkıp dururlar. İp cambazları gafil avlar sizi, çığlıklar atarsınız oturduğunuz yerde. Bazen her şey üst üste gelir de basıp gitmek istersiniz ya, içinizi paramparça eden şeyler vardır muhakkak ve her gün karşınıza çıkacağından emin olduğunuz sirk kaplanları…
Hava değişimi iyidir, derler, arkadaşlarınız. Sizin için endişelenmektedirler. “Tebdil-i mekân” çalmaktadır zaten radyonuzda. Yola düşmenin vakti gelmiştir.
Bana da öyle oldu işte. Bir bahar sabahı kendimi sular ülkesinde buldum. Havaalanı ne büyüktü, yürü yürü bitmedi. Ve vize kontrolü tabii ki oldukça can sıkıcıydı. Bir kez daha yeni dünyanın güya uygar ama her zamankinden daha önyargılı bakışları altında gerildim. Ama bu gerçekleri başka bir zaman düşünmek ve tartışmak üzere ekonomi ve politika sayfalarını geçip tatil gazeteme geri döndüm.
Derin bir nefes alıp turuncu sırt çantamla turist turist bakınmaya başladım etrafa. Kısa süre içinde, yeşil başlı ördeklerin yüzdüğü bir su birikintisinin önünde poz veriyordum kameraya. Arkamda da Don Kişot’u kıskandıracak kadar heybetli bir yel değirmeni. Hava gri, kapalı, oldukça da soğuktu. Polarımın fermuarını iyice çektim, ellerimi ceplerime soktum. Gördüğüm her şeye, sanki gözlerimi dünyaya ilk kez açmış gibi, merakla baka baka devam ettim yola. Derken bir çiftlikteydim. Daha doğru dürüst yemek yapamazken peynir yapmayı öğreniyordum al yanaklı bir abladan. Hatta kollarım birazcık daha güçlü olsa şu tahta sabolardan bir çift yapabilirdim de adamların mesleğini elinden almayayım dedim. Şehir merkezi dışında nerden geçtiysem sürekli inekler, koyunlar ve çıtı pıtı evler gördüm. Gerçekten de ne çok inek vardı. Ya otoban kenarındaki benzin istasyonlarında mola verdiğimizde derin derin soluduğumuz o mis gibi (!) kokan havaya ne demeli…
Çimenler daha mı yeşildi, sular daha mı çoktu burada… Sanki zaman durmuştu da ben o duran zamanın içinde fırıl fırıl dönüyordum. Neden korna sesleri kafamı ütülemiyordu ve neden yerlere tükürmüyordu kimse? Aklımda neler vardı, hala umutsuz vakaları mı anımsıyordum çaktırmadan, yoksa unutuşlarda mıydım bu özgürlükler ülkesinde… Unutmaya gelmiştim çünkü değil mi... Evet, son hatırladığımda öyleydi. Yayın akışıma kısa bir ara vermiş, bu sefer de kendime bir sürpriz yapıp kolumdan tutup getirmiştim işte buralara.
Sarı kısa saçlı barmen kız siparişleri getirmişti. Saat akşam yemeğini biraz geçiyordu. Mekâna gelen herkesin yaptığı gibi bir şeyler yazıp asmıştım duvara, benden hatıra. Ağır konuşmuştum yine. Limp Bizkit çalıyordu zaten arkada. Ben ağır konuşmayayım da kimler konuşsun demiştim. “Şerefime!” demiştim. Bir ben vardı bende benden içeri, bir de yeşil renkli bira şişeleri…