Moda’da bir Cumartesi sabahı.
Cibalikapı Balıkçısı’na inen yokuşta arabalar düğüm oluyor. Yirmi dakika önceki sessizliği kovalarcasına sevkiyata gelen şeker ve içecek kamyonetleri dükkânların önüne yanaşıyor.
Duvarın kenarında kendine park yeri bulan beyaz Golf dörtlüleri açık unutuyor.
Önünde kırmızı gülden çelenkle, kapı kollarında renkli konfetiler ışıltılar saçarak bir gelin arabası gidiyor. (Düğünler gelinler için diye mi adı da gelin arabası?)
Trafik Vakfı durmadan araba çekiyor. Kadıköy tabelasının ordan köşeyi dönüp kayıplara karışıyor onlarca araç.
Güneş amansız sıcağını asfalta indirirken yandaki dükkânın sahibi hortumla tüm kaldırımı yıkamaya ve kaldırım ortasında bitivermiş ağacı da sulamaya başlıyor. Suyun yarısı kare taşlardan yola akıyor, diğer yarısı da ne kadar dikkatli olsalar da kaldırımda yürüyenlerin bacaklarına sıçrıyor.
Bermuda şortlarının altına siyah çorapla spor ayakkabı giyen erkekler ve askılı penye t-shirtleri karnına doğru sımsıkı çeken bayanların göbek ölçüleri dikkat çekiyor. Bir kısmı da bak karnı kalmış ya da ne güzel karnı dümdüz karşılaştırmalarına maruz kalıyor. Sokaklarda hâlâ benim 15 sene önce giyindiğim gibi sandaletlerle, siyahlarla, griler ve lacivertlerle, t-shirt ve jean’lerle dolaşanlar olduğunu görmek şaşırtıcı. Ama daha şaşırtıcı olan belki de lise üniversite yıllarında karanlık renklerde giyinen benim 30larında çiçek böcek renk cümbüşü olması.
Daha mı mutluyum şimdi... Daha mı farkında… Kendimle barıştım ya da değiştim dönüştüm mü… (Halimden mutlu olduğum kesin ve karanlıktan sıkıldığım.)
Portakal suyumu bitip sokak dedikodularına ara verince Üsküdar’a gidiyorum önce. Köprü trafiğine hiç bulaşmamaya kararlı, masmavi denizi on dakikadan az sürede aşıp Beşiktaş’a varıyorum. Bir zamanlar nerdeyse evim gibi hissettiğim vapur iskelesinden Beşiktaş Çarşısı’na yürürken kendimi genç ve fevkalade mutlu hissettiğimi fark ediyorum.
Çarşı’da kısa bir turdan sonra ilk durağım olan Kabalcı Kitabevi’nin benim için önemi vazgeçilmez. İstanbullular için çok kıymetli bulduğum bir kırtasiye, kitap, kâğıt, kalem, hediyelik cenneti. Raflar arasında gezinirken ortaokul, lise yıllarım gözümün önüne geliyor. O zamanlar belki bu kadar gözüm dönüp mutlu olmuyordum içine girince; zaten hayatımın tam ortasında oturan kırmızı kalemler, metot defterler ve test kitapları okulun asık yüzünü çağrıştırıyordu bana. (Şimdi ise tüm geçmişimi ve benliğimi...)
Üst katta yine kartpostalların önünde durdum bir süre. Kartpostal almayı hep sevmişimdir. İlk gençlik yıllarından beri moralim ne zaman kötü olsa ya da ne zaman herkesle paylaşmak istediğim bir neşeye kapılsam bir kitapçıya girip birkaç kartpostal alıp çıkar, kendi kendime gülümserim. Bugün de iki kartpostal aklımı çeldi. İlki Sir William Orpen’in “Portrait of Lady Evelyn Herbert” tablosundan, diğeri de Omer Copens’in “Impressions D’eau Les Martigues”. Birinde genç bir bayanın mağrur bakışları, diğerinde güney Fransa’dan pastel bir görüntü. Kendime mi saklayacağım, dostlardan birine sürpriz yapıp postaya mı vereceğim belli değil henüz.
Bu mutluluk tünelindeki uzun dolanışların sonucunda, hayatımda ilk kez bir kutu pastel boya da aldım kendime. 15 adet cıvıl cıvıl renk, hem de kalemtıraşı ve silgisi hediye. Beşiktaş’tan motora binerken içimden gelen her şeyi yapabilecek güçte hissediyordum kendimi. Bu sabah bana doping gibi geldi kesinlikle.
Nilhan Fidan
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER