Günlerden bir gün, gecelerden bin geceymiş. İstanbul’un taşı toprağı altın, martıları biraz sakarmış. Denize konup kalkarlar; ama tek bir simidi havada kapamazlarmış. Ayın yarım aydan hilale döndüğü saatlerde beyaz tül bulutlar gökyüzünde gezinirlerken denizin üstünde pırıltılı bir yolmuş yakamozlar. Yazın ve nemin daha çok hissedildiği zamanlarmış artık. Yaz ne zaman gelecek sorusu, çoktan geride kalmış. İşte buyurun size, yaz buymuş.
Bir tekne geçmiş önümüzden, sonra bir yat, sonra bir sandal. Hepsi de gölgeli bir beyaz hayal gibi salınmış gecenin karanlığında. Hepsinin içinde başka hayaller. Gölgeleri farklı hepsinin de.
Öyle geniş, öyle şaşırtıcı, öyle güzelmiş ki Boğaz, gözümüzü alamamışız. Hangi koyun hangi tepesiymiş karşımızdaki… Üstümüzden kaç uçak geçmiş; kaçında ben varmışım, kaçında sen… Unuttum şimdi. Yanımızda olta atan amcanın kaç balık tuttuğunu unuttuğum gibi unuttum ismimi.
Kimdim ben, burada ne işim vardı, ne diyecektim, ne dedim. Ne istedim, ne işittim aklımda değil. Dalgalıydı sanırım deniz, içine düşmekten korktuğum kapkara bir kuyu. Beton sıcaktı, bira köpürürdü ve cips balık yemi olmalıydı -açıldıktan sonraki ilk bir saat içinde bitirilmezse.
Ben daha önce buraya gelmiştim sanki. Böyle oturduğumuzu görmüştüm yan yana. Kalan son fondipleri dalgalara dökmek istemezdim; Tekir’i sarhoş etmek istemezdim inan. Ben aslında iyi biriydim, sen beni yanlış tanıdın. Ama bir gerçek var ki ben hep seni sevdim. Belki de hep sevecektim bir manim olmasaydı. Hadi hanım, kalkalım, geç oldu, demeyecektim. Daha karpuz kesecektik. Hoş beş edecek, kapı önünde de sohbeti sürdürecektik.
Ve gittiklerinde, baş başa kaldığımızda gülümseyerek seyredecektim seni ve derin bir iç çekişle soluklanışını. Ben senin koluna girecektim, koridoru bir dağı tırmanır gibi dikkatle yürüyecektik. Uykuya daldığında ışığı kapatıp, salondaki kirli tabakları toplayacaktım. Sonunda ben de uyuduğumda, belki bir rüya bile görecektim. Yıllar önce oturduğumuz yerde şimdi kimler nelerden konuşuyor merakla dinleyecektim. Öğüt vermek isteyecek, kendimi zor tutacaktım. Hayatı ıskalamaya yakın duruşlarından şikâyetçi olacaktım. Hâkim Bey, yardımcı olun lütfen, engel olun bu gençlere diyecektim.
Ama çok zaman geçmiş olacak, unuttum diyeceklerimi, rüyamda bile dile getiremedim istediklerimi. Tekir’i özledim, bir de Gümüş renkli denizimizi. Bir şarkı mırıldandık hani, neydi adı unuttum; müziğin sesini kısıp sözlerini şöyle böyle hatırladığımız bir buruk melodi. Köşeyi dönmekle düz gitmek arası bir şeydi sanırım. Ama dedim ya, yıllar yaşlandırmış bu genç yüreği. Hatırıma gelmiyor ne nakaratı ne söyleyeni.
Günlerden bir gün, gecelerden bin geceymiş. İstanbul’un kızlarıyla erkeklerine hiç güven olmazmış. Bir varmış, bir yokmuş. Okus pokusa benzer bir hileymiş birliktelikler. Bir anda kaybolurmuş.
Günlerden bir gün, güllerden bin gül, sarı rengin olurmuş. Güneş, kızıl alevli bir ışıkla batı yakasından eğildiğinde Cupid’in okları daha derin saplanırmış. En güzel dediğin anlar daha hiç yaşanmayanmış. Ilık bir esintiymiş, mavilikmiş, müzikmiş. Her sabah yeniden uyanmanın güzelliği belki de o yaşanmayanı bulmaya inanmakmış.
Nilhan Fidan
fidannil@yahoo.com
NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER