“Şubat ayında Brüksel’de…” Nilhan Fidan`ın yeni yazısı
Brüksel’de İlk İzlenimler
Şubat ayında olmamıza rağmen harika bir hava karşılıyor bizi Brüksel’de. Benim gibi Ağustos ortasından Mayıs’a kadar sürekli üşüyen bir insanın çok sıcak demesi, hele de kış mevsimi ve Avrupa’nın kuzeyinde… İnanılır gibi değil. Pırıl pırıl ve ısıtan bir güneş ile masmavi bulutsuz bir gökyüzü. Çimler yemyeşil. Insanın kendini kırlara atası geliyor ve dediğim gibi kış vakti böyle bir isteğimin olması bile şaşırtıcı. Anca Nisan-Mayıs gibi bahar şarkıları mırıldanırım ben.
Belçika’daki bu ilk günümde Fransızca’nın kuşku götürmez iktidarını gözlemliyorum. Fransızca ve Flamanca’nın ağırlıklı olarak konuşulduğu Belçika’da Brüksel’in yeri ayrı. Brüksel nüfusunun çoğu Valonlardan oluşuyor ve tabii ki anadilleri Fransızca’yı konuşuyorlar. Ingilizce bilmek tabii ki işe yarıyor; ama Brüksellilerin –Fransızlara göre daha anlaşılır olmakla birlikte- İngilizce konuşurken adeta eziyet çektiklerini söylemek yalan olmaz. Gerçi bu, Almanlar ve İspanyollar, hatta çoğu Avrupalı için geçerlidir. İngilizce’nin uluslararası bir iletişim aracı olmasına karşın Avrupa Birliği içinde bile çok iyi konuşulduğunu söyleyemeyiz. Hatta bazı eğitim ve toplantılar sebebiyle edindiğim izlenim, iyi İngilizce eğitimi almış Türklerin kendilerini çok rahat bir biçimde İngilizce ifade edebildikleri ve iyi İngilizceleri sebebiyle takdir topladıkları yönündedir. Bunda bizdeki yabancı dil merakının ve Avrupalıların bize kıyasla aksan konusunda çok daha baskın çıkan ana dillerinin de etkisi var şüphesiz. Yine de, ne yalan söylemeli, İngilizce’yi gündelik hayatında kullanma şansı çok düşük olan bizlerin Avrupalı arkadaşlarımız arasında sıyrılan İngilizcemiz içten içe bizi mutlu etmektedir.
Dil konusunu burada kesersem, Brüksel beklediğimden farklı olarak, oldukça hayat dolu, kozmopolit, renkli ve hareketli geldi bana. Çok farklı milletlerden insanları ve farklı yemek kültürlerini sunan çok sayıda café-bar-restoranlarıyla, yaşanası konforlukta şehir düzenlemesi ve sevimli taş mimarisi ile sevdirdi kendini. Asık suratlı bir Kuzey Avrupa ülkesi yerine güler yüzlüydü öncelikle. Viyana’nın vakur, biraz snob, sessiz gölgesi ve Milano’nun şehir merkezinde hayal kırıklığı yaratan pahalı ama beceriksiz cafe’lerinden sonra Brüksel’in çeşit çeşit çikolataları ve biraları arasında kendimi kaybettim diyebilirim. Nereye gittiysem pişman olmadan çıktım, ne yedim ne içtiysem beğendim. Üstüne üstlük hava süperdi, günlük güneşlikti şansıma, daha ne olsun…
Daha daha neler yaptım bir sonraki yazıda… Hadi siz de kalın sağlıcakla…
Not: Sevgililer Günü’ne özel birşeyler yazmadım diye kızmayın bana. Bize her gün Sevgililer Günü, öyle değil mi ama…