Sessiz ama bir o kadar da sinsi bir adamdı. Etrafındakilerin gözünde bir etki yaratma becerisini gösteremeyen, illa ki birilerinin yanında farklı görünmek isteyen ve gökkuşağının renklerinden habersiz olan pasifize bir kişiliği vardı. Ama içindeki zıt karakterinin yaptıkları da cabasıydı.
Dış dünyaya boynu bükük görünen suratsız yüzü, iç dünyasında yakılmadık, kavrulmadık insan yüreği bırakmazdı. Gözleri, yuvalarının içinde durmadan oynardı. Dönme dolabın kurnaz tilkisi ne planlar yapardı! Ancak, başkalarının mutluluğunu pençelemek hiçbir zaman ona mutluluk kazandıramazdı. Sabit bir kişilik yapısının yan sanayi ürünü olan hain tavırları, içindeki hinliğin aynasıydı. Her gün aynı şeylerle dolan takıntı listesindeki işlerini bıkmadan sıralardı.
Ama listenin ilk sırasına geldiğinde daima takılırdı. Bir türlü gerçekleştiremediği birşey vardı ki onun adı da "Kadınlar" dı... Ne zordu karşı cinsle diyalog kurması. Ne zordu onların vücutlarına yakınlaşması.
Hayatının bir haftasını daha geride bırakmıştı. Cumartesi sabahı tüm problemli hallerini beraberine alıp evinin kapısından dışarı adım attı. Paltosunun yakalarını dikleştirip, kaldırım taşlarının çizgilerini pas geçmeden yürümeye başladı, bu negatif enerji dalgası. Sıra sıra yapışık apartmanların dizildiği, grilere bürünmüş dar sokakta baston gibi yürümek onu kendince ne kadar da önemli yapardı.
Değişmezdi mekanı, değişmezdi masası. Kim bilir garsonlar kaç kez ona bakıp, hayıflanmıştı? Kendi zamanını dondurmuş gibi elindeki gazeteyi, maktu ilanına varıncaya kadar okumadan bırakmazdı. Belli bir rengi olmayan bu adam işte o kafede incelerdi her kadını. Tiplerine göre sınıflandırırdı onların bedensel yapılarını. İrrite edici bir şekilde ellerine ve yüzlerine bakardı. Ardarda gelen hareketlerini hafızalardı. Baktıkça da içi daralırdı. En çok zorlandığıysa kendi ellerini hiçbir yere sığdıramamasıydı. Diğer bir yandan da zıt karakteri onlarla beraber olmak için sürekli uyarı bombalaması yapardı. Belki aynı masada oturmak, belki aynı yudumda laflamak ve belki de dahası... İçi birden tuhaflaştı da dişleri dudaklarını ısırmaya başladı. İçindeki güneş tutulması onu yine kilitlemeye başlamıştı. Gerçi her hafta aynı sahne yaşanmaz mıydı?
Ama bu sefer rüzgar sağdan değil, soldan esti. Kısık bakan gözlerine doğru bir kadının yüzü yöneldi. Ellerini sandalyenin kolçaklarına kavratıp, beden ağırlığını oturduğu yere mıhlayacak kadar çekici bir kadın adım adım ona doğru ilerledi. Sonra o ince sesi kulağının dibine girdi de yutkunma düzenini değiştirdi. Uzun saçlarıyla kulağına doğru eğilip, “ Deminden beri benimle, tanımadığım bu yüzün gözleri! Sebep? ” deyiverdi. Kilitlenip kalakalmıştı. Kahrolası kasıntı! Şimdi kaskatıydı. Kadın, adamın kendisini takip ettiğini anlamış ve hızlı davranarak harekete geçmişti. Ama oyun sırası şimdi kimdeydi? Hem de daha ağzından tek bir laf bile çıkmamışken.
Kendisi duygusal çöküntü çukurunda debelenirken, zarif bir kadının eli uzanmıştı da içi beceriksizlik dolmuş avuçlarını kavramıştı diye hayalledi bir yanı. Sahte edebiyatçı! O anda düşünmeye başlayıp, resmen bir mühendis gibi davranmalıydı. Ama kadının gündüzün ışığıyla parlayan ojeli tırnağı masada gezinmeye başlamıştı. Sadece bir cümle çıkacaktı ağzından. Sadece o kadını mat edecekti, her zamanki hazırcevap ukala tavırlarıyla. Ama olmadı! Bu sefer tek bir kelimeye bile hükümranlık yapamadı.
Sonra kadın yan yan gülümseyip, bir kahkaha patlattı. Ardına bile bakmadan dönüp gitti…
Hayat bir çıra gibidir. Kimi ne zaman yakar belirsizdir. En huylusundan en huysuzuna varana değin kime nasıl sıçrar, elinden mi yakar yoksa dilinden mi yakar belirsizdir. Bazen kadındır ruhsal saplantıların ve takıntıların sahibi, bazense erkek. Ama tek bir gerçek vardır ki insanı batıran bilakis şahsının kendisidir.
ADİL GÜRPINAR
YAZARA E-POSTA GÖNDER