Yastıkla bütün gece süren boğuşmasının ardından inatçı güneşe daha fazla dayanamayıp gözlerini açtı. Ayaklarını yorganın boyunduruğundan kurtarıp, tembel bir kedi gibi gerinerek yatağından kalktı. Hiçbir zaman tam vaktinde çalmayan saatine suçlayan gözlerle baktı. “Yine çalmadın aptal şey” diye homurdandı. Soğuk parkeye değince üşüyen ayaklarını ısıtmak için bir çift çorap aradı. Çekmecelerini alt üst ederken tek bir temiz çorap bile kalmadığını fark etti. “Artık düzenli ve işlerini sürekli yarına ertelemeyen bir insan olmayı öğrensem mi?” diye sordu kendi kendine… Acı acı güldü. Zaten kendi evine taşınırken ailesinin aşırı düzenli ve kontrolcü hücumlarından kaçmıyor muydu? Nereden aklına gelmişti ki bu? Çorap meselesi tekrar aklına düşünce; “daha çok çorap alarak bu sorunu halledebilirim” diye mırıldandı.
Salondan gelen sabırsız miyavlamayı duyunca güldü. “Her zamanki saatinde kahvaltı etmesen olmaz mı Pamuk?” diye seslendi. Gelen cevap hem aç hem de suçlayan bir miyavlama oldu. Bu sefer yüksek sesle güldü ve mutfağa ilerledi. Alınacaklar listesine çorapsız günlerde giymek için bir çift terlik ekledi. Mutfaktan mama kabını aldı ve doyumsuz kedisinin aç gözlerle beklediği salona hızlı adımlarla yürümeye başladı. Mamayı unuttuğunu hatırlayınca kendi kendine söylenerek tekrar mutfağa yollandı. Pamuk’a mamasını verdikten sonra içmeden güne başlayamadığı adaçayını hazırlamaya başladı. Çay yapraklarının ellerinde bıraktığı kokuya bayılıyordu. Çay demlenirken bir dilim ekmek kızarttı. Bir parça zeytin ve peynirle kahvaltısı hazırdı. Yiyeceklerini bir tepsiye dizip salona yürüdü.
Balkonun karşısına yerleştirdiği yemek masası yeni aldığı papatyalarla şenlenmişti. Tazeliklerini koruyan çiçeklere bakıp, iç çekti. Bahar tüm tazeliği ile gelip, balkonundaki saksılara sihirli bir dokunuşta bulunmadıkça; gönlünün şenliği ömrü kısacık vazo çiçeklerine mahkumdu. Pamuk’un afacanlıkları yüzünden evin içinde saksı çiçeği bakamıyordu. Küçük yaramaz, saksının içindeki toprağı patileriyle karıştırıp tüm eve yaymadan rahat edemiyordu. Pamuk’a bakıp gülümseyerek sofraya oturdu. Mama kabının yarısını şimdiden boşaltan Pamuk’a “yarışalım mı?” diye sordu. Sorusunun karşılığı kibirli bir miyavlama oldu. Bu sefer yüksek sesle gülmeye başladı.
Kahvaltısını bitirdi. Bilgisayarını açtı. Günlük iş arama ritüeline başladı. CV’sini yolladığı yerlerden hala bir cevap alamamıştı. Hergün yeni bir umutla açtığı mail’ı yine günlük fırsat yığınıyla işgal edilmişti. Her birine tek tek bakmayı zaman kaybı olarak gördüğü için hepsini sildi. İçini kaplamaya başlayan umutsuzluk dalgasına kendini kaptırınca; hafızasının derinliklerine ittiği görüntüler yeniden diriliverdi. Hafızasından silmek veya bulanıklaştırmak için elinden geleni yaptığı anılar hücum etti aklına… Çocuklukta beynine kazınan ve ne yaparsa yapsın silemediği anılar… Bazen kendini avutmak için bu olayların hiç olmadığını, sadece hayal kurarken kurguladığını düşünerek uzaklaşırdı bu hayallerden. Ya da okuduğu bir kitabın aklında resmettiği görüntülerdi bunlar…
Gözünün önüne hep o an geliyordu. Metrelerce yukarıdaydı, ağlıyordu. Yere fırlatılmamak için ağlıyor, çırpınıyor, kendisini tutan ellere sımsıkı sarılmaya çalışıyordu. Olmuyordu. Kendini küçücük bedeniyle yere fırlatılmış düşünmek korkusunu daha da artırıyordu. Ağlıyordu. Yardım istiyordu. Annesini çağırıyordu. Oysa kimse gelmiyordu. Annesi onu duymuyordu sanki… İçinden yüreği “Anne” diye bağırıyordu. “Anne, koş yoksa babam beni öldürecek! Birazdan yere fırlatacak beni! O zaman hiç sesim, soluğum çıkmayacak! Anne, söz veriyorum bir daha izin vermediğiniz çocuklarla oynamayacağım. Onlar benim en yakın arkadaşlarım. Hayallerimizi paylaşıyoruz. Bana hikayeler anlatıyorlar. Ve ben onların dünyasını, bir kızdan farklı olan erkek dünyasını merak ediyorum. Anne, ne olur babama söyle beni öldürmesin! Anne, anne, anneeeeeeeeee! Yetiş anneee!”
Kendini taşların üstünde buldu birden… Kolları, karnı ve bacakları çok acıyordu. Artık ağlayamıyordu bile… Kuru kuru hıçkırıklar göğsünü işgal etmişti. Babası hala ona bağırmaya ve küfürler etmeye devam ediyordu. “Seni bir daha o çocuklarla oynarken görürsem, bacaklarını kırarım! Şimdi defol eve, gözüm görmesin seni!” diye bağırarak onu sokağın ortasında yaralarıyla yalnız bırakıp gitti en sonunda… Sonrası neredeyse hayaliydi. Sürüklenerek eve gittiğini ve evin kapısının önünde yere yığıldığını hatırlıyordu. Sonra annesi onun kuru hıçkırıklarını duymaya karar vermiş olarak kapıya çıkıyor; “iyi oldu sana… Bundan sonra söz dinlersin. Bırak numara yapmayı. Kalk içeri gir.” diyordu. Annesine nasıl bir umutsuzlukla baktığını hatırlıyordu. Sığınmak istediği kadın hem onu suçluyor hem de ihtiyacı olan şefkati ondan esirgiyordu.
Yıllar sonra bugün gözlerinden yaşlar akarak bu anıyı yeniden yaşarken; beş yaşındaki aklıyla babasına ve annesine söyleyemediklerini şimdi söylediğinin farkında bile değildi. “Baba, onlar iyi çocuklar. Alevi olmaları onların suçu değil. Bu bir suç bile değil. Bak ben artık Allah’ın varlığını bile sorguluyorum. Bana baktığın zaman Aleviler’i öpüp başına koymalısın. Biz birlikte oynamaktan keyif alıyorduk. Bütün çocuklar bir arada oynayabilmeli baba. Biz çocuğuz. Birbirimizi tanımaya, ölçmeye, değerlendirmeye ve sevmeye çalışıyoruz. Bunun için oyun oynuyor ve birlikte hayal kuruyoruz. Senin aklında nasıl bir tablo var bilmiyorum kadın ve erkek dostluğuna karşı… Bildiğim tek şey; ben dostlarımı erkek veya kız eşit derecede severim. Hepsi benim için değerli ve vazgeçilmezdir. Bugün bana yasak koymaya nasıl hakkınız yoksa, ben beş yaşındayken de bana hem fiziksel hem de ruhsal olarak zarar vermeye hakkınız yoktu. Ben bunu hiç unutamıyorum biliyor musunuz? Sizinle arama giren okuduğum ve adeta kendimi unuttuğum kitaplar değildi. Bana elinizin kalktığı her an aramızda bir tuğla, bir taş, bir duvar misali yükseliyor. Görmüyor musunuz? Aramıza giren benim hatıralarım. Bana bıraktığınız kötü anılar… Beni yok eden ve silikleştiren hep onlar. Ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım sizden; yine peşime düşecekler. Çünkü aldığım her kararda sizin beynime yerleştirdiğiniz yasak ve emirleri hatırlayacağım. Hayattan zevk aldığım her an sizin sözünüzden çıkmanın azabını ve yediğim dayakların sızısını duyacağım. Üzgünüm baba, sen beni terbiye etmek uğruna kaybettin. Sen benim en sevdiğim adamdın. Hep baba diye ağlayan bir çocuktan, bayramlarda bile yanına gelmeyen birine nasıl dönüştüğümü merak ediyorsun ya, al sana cevabı; bana vuran, zarar veren, canımı acıtan ellerin hatırası tenimden silinmiyor. Sen ne zaman bana dokunsan vuracakmışsın gibi geliyor. Ne zaman sesin yükselse kalbim hızla çarpmaya başlıyor. Sen benim kalbimi, hayatımı, düşlerimi kırdın. Çocuk olmama izin vermedin. Bu yüzden biz artık baba-kız değil; aynı şehrin iki farklı ucunda yaşayan, iki yabancıdan başka bir şey değiliz.”
“Peki ya sen anne? Neden benden nefret ediyorsun? Biliyor musun çocukluğumdan bu yana beni hiç sevmediğini düşünüyorum. Hiç beni korumaya çalışmadın. Haksız yere yediğim dayaklarda yanımda olmadın. Hep kenardan kindar ve sevinçli gözlerle bu manzaraya baktığını düşündüm. Biliyorum, babam seni de dövüyordu. Çok canını yakıyordu. Keşke bizi alıp gitseydin anne… Bazen bizi bile bırakıp giderdin ya; o zamanlar öyle çok korkardım ki… Hiç gelmeyecekmişsin sanırdım. Kardeşlerime analık yapacakmışım gibi gelirdi. Çoğunlukla yapardım zaten. Sen bizi doyurmak için çalışmaya giderdin, babamsa kendi çalıştığını alır kahveye giderdi. Bazen bakkal veresiye ekmek vermezdi. İşte o günler çok kötüydü. Hatırlıyor musun? Açlıktan karnımız guruldaya guruldaya senin unla bir şeyler yapmanı beklerdik. Biliyorum köy kültürüyle büyüdün. Erkek çocuk çok önemliydi. Ne kız kardeşim ne de ben doğduğumuzda yüzüne bile bakılmamıştı. Peki bunda bizim suçumuz neydi anne? Biz sadece karnını doyurmak, sıcak bir evde oturmak ve sevilmekle mutlu olacak minik insanlardık. Siz bize cinsiyetler, sorumluluklar ve taşıyamadığımız sıfatlar eklediniz. Bize ne zaman büyümek istediğimizi sormadınız. Büyüdüğümüze karar verdiniz. Peki büyümenin ne olduğunu size kim söyledi anne? Ben daha büyümek istemiyordum. Kar topu, saklambaç, yakalamaç, kovalamaca oynayacak çok zamanım olmalıydı. Büyümem için neden bu kadar acele ettiniz? Şimdi sorsam sana biraz daha çocuk kalmama izin verir misin? Sokaklara çıkıp oynayabilir miyim? Koşabilir miyim dilediğimce? Deli derler değil mi? Desinler. Aldırma. Zaten herkes kendi aklına o kadar çok güveniyor ki; kime sorsan bir diğeri için deli der. Neyse bırakalım tüm bunları. Sana babam gibi dargın değilim. Neden biliyor musun? Çünkü sende benim kadar güçsüzsün bu ataerkil düzende. Sana böyle öğretilmiş, sende böyle yapıyorsun. Yine de kusuruma bakma ben sana benzemeyeceğim. Başkalarının bu düzende ezilmemesi için çaba göstereceğim. İstersen benimle ol, istersen bana karşı; senden tek istediğim beni sevmen anne… Çünkü ben seni seviyorum. Anlatamasam da.”
Sanki onlar karşısındaymış, söylemek istediklerini onlara söylemiş gibi ferahlık duydu içinde. Gözyaşlarını sildi. Ağladığını görünce gelip kucağına yerleşen Pamuk’un bembeyaz tüylerini okşadı. “Canım benim, sen benim miniğimsin. Belki bu dünyada senin kadar beni seven yoktur. Çok şanslıyım. Hem de çok…” Pamuk’a gülümsedi. Sabahın yarısını miskin miskin düşüncelere dalmakla geçirdiği için kendini ayıplayarak, öğleden sonra gideceği iş görüşmesi için hazırlanmaya başldı. İçinde öyle güzel bir his vardı ki; bu kez tam istediği ve hayal ettiği işi bulacaktı. Islık çalarak banyonun yolunu tuttu. Islık çalınacak kadar güzel bir gündü.
Türkmen İşcan
Web: turkmeniscan.blogspot.com
TÜRKMEN İŞCAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER