Yaşadığım bazı kötü deneyimler, arkadaşlık, dostluk üzerine sorgulamama neden oldu. Ben böyle karamsar düşünürken başkalarının fikirlerini merak ettim, acaba sadece umutsuzluğa kapılan ben miyim? Diye kafa patlatırken, üye olduğum bir sitede ‘’Kafa Dengi Arkadaş Aranıyor’’ adı altında bir başlık açtım ve bir not ekledim: Bu başlık hem geyik amaçlı, hem de dostluk nedir? Var mı sağlam dostluklarınız? Varsa anlatın, eksiklerimizi bilelim dostum yok diyenler olarak dedim.
15 sayfa yorum yapıldı açtığım başlığın altına ve yazık ki; dostluk kelimesinin hakkını vererek birbirini seven, bağlı olan tek bir yorum bile görmedim. Yazılan bir örneği paylaşmak istiyorum:
-8 adet (evet adet yazmış gerçekten) dostum var, 10 adetti 2’si yamuk yaptı, yol verdim dedi bir arkadaş. ‘’Sordum; dostlarının neleri sevdiğini? Nelerden nefret ettiğini? Hayallerini, hayal kırıklıklarını biliyor musun?’’
Aldığım cevap şaşırtmadı: Banane onun hayallerinden, gerçekleşince öğrenirim. Şimdi sorup kasmaya gerek yok. (Bu üslupla yazılan bir cevaba, başka bir soru sormaya çekindim, alacağım cevaplara hazırlıklı değildim) Ve büyük ihtimalle 8 adet dostum var dediği kişiler, apartmanda ya da iş yerinde selamlaştığı ve sadece adını bildiği kişilerdi.
Cevaplar aşağı yukarı aynıydı. Kimse dostum dediği kişinin aslında kim olduğunu bilmiyor. Sabah nasıl uyanır? Hangi filmleri sever? Ailesi kimdir? Acı sever mi? Hangi yemeğe hayır diyemez? Bir derdi olduğunda yansıtır mı? Yoksa şakaya mı vurur?
Hala cevap bulamadım sorularıma. O kadar başka düşünüyor ki herkes, kendimden şüphe ettim… Öyle ya, zaman değişti, belki hayallerimde yarattığım, yeşerttiğim dostluk kavramı gerilerde kaldı ve o da herkes ve her şey gibi yenildi zamana.
Tam ben karamsar karamsar dalıp gitmişken, Can Dündar’ın hayat ve dostluk ile ilgili harika bir yazısına ilişti gözüm sabah gazeteleri okurken. Uzun zamandır sorguladığım bir konu ile ilgili öyle güzel yazmıştı ki, bu güzel yazının üstüne ne yazsam fazla, ne çıkarsam eksik kalırdı.
“(...) 20’li yaşlara kadar iyilikle kötülüğün ülkesi, kalın sınır
çizgileriyle ayrılıyor birbirinden... Sıkı dostları ve düşmanları oluyor insanın. Onları ölesiye seviyor
ya da öldüresiye nefret ediyor
onlardan...
30’larında yalanı hakikatten ayırt etmeye başlıyor. Dost işi hançer darbeleri sayesinde, tanışıyor iyi sandıklarının hıyanetleriyle; ve en kötü zannettiği, şefkatle imdadına yetişiveriyor. Hasımlarının
sardığı hısım yaraları, ezberini
bozuyor.
Zaman kanatlanıp da 40’ına yaklaştığında insan, iyiyi kötüden ayıran hudut çizgileri birbirine karışıyor. İyilere nakşolmuş kötüyü ve kötülerin içindeki iyiliği de keşfediyor ademoğlu... Anlıyor ki, iyi insan / kötü insan yok; insanın
içinde iyilik ve kötülük var.
...kötüyle iyi panzehiri değil birbirinin; kan kardeşi... kötüler çekiştirmiyor ipi; iyilik ve kötülükten örülmüş ibrişimin
kendisi...
***
Bunu anlayınca insan, şaşmıyor nefretin birden şehvete dönüşmesine; acı girdaplarının içinde hazzın raks etmesine...
Tevazuyla gurur, haysiyetsizlikle onur el ele yürüyor.
Şuuraltındaki isyankarla sahtekarı, günahkarla tövbekarı bir arada fark ediyor:
Benim, hükmeden ve boyun eğen; zulmeden ve acı çeken...
Bunca şiddet kadar, onca merhamet de benim eserim...
Hürriyeti esarete, korkuyu
cesarete, zaferi hezimete bulayan benim...
Kundak bezime tıpatıp
benziyor kefenim;
Hayatım muhteşem ve sefil, mağrur ve rezil, hayasız ve asil...
Ben, hem örs hem çekicim...
***
Bu keşif kolaylaştırıyor yaşımı...
Anlıyorsun ki toplumlar gibi insanlar da kanlı iç savaşlarına borçlu ilerlemesini... Değil kaç kez yenildiğin, önemli olan; kaç yenilgiden sonra yerinden kalkabildiğin...
O zaman, iyileri kötülerden ayırmak gibi nafile bir uğraşı bırakıp -başta kendin olmak üzere- insanların içindeki iyiliğin peşine düşüyorsun; kıymet bilmeyi ve -yine başta kendin olmak üzere- herkesi hoşgörmeyi öğreniyorsun.
Tükendikçe pahalanıyor zaman; günler azaldıkça uzuyor.
Saçlar gibi, seyreldikçe değerleniyor dostlar...
Günahları ve zaaflarıyla da övünüyor insanlar, sevapları ve inançları kadar...
Bu paramparça ruhlardan, çelişik duygulardan, çatışmanın açtığı yaralardan mucizevi bir ahenk
çıkıyor ortaya...
...ki olgunluk diyorlar adına...
***
Sonra?..
Derler ki, yaş günü pastandaki mumların masrafı pastanınkini
aştığında; ve yaşadığın yılların sayısı ayakkabı numarana
yaklaştığında...
Yani 40’ından sonra.
...sonrasını çok da bilmiyorum daha...
Belki bugünden sonra söyleyebilirim.
Çünkü 40. Haziranım bugün benim...
Ne mutlu ki, hala iyiliğin nihai zaferi mevzuunda iyimserim.”
(16. 06. 01 Can Dündar)
TÜLİN KILIÇ
YAZARA E-POSTA GÖNDER