Bir zamanlar bir kız varmış. Bu kız, şarkıları yanıltmayacak kadar saf ve ancak filmlerin anlatabileceği kadar hayalperestmiş. Bir hayal kurmuş, içinde uzun boylu, yakışıklı, karizmatik, dürüst, bekâr ve zengin bir kurbağa varmış. Ayrıca arabalar, pahalı ve marka elbiseler, zengin arkadaşlar, kabarık banka hesapları, kocaman ve bol odalı evler barındırırmış. Sonra yıllar geçmiş ve bu kızcağız yıllar geçerken arada çok önemli bir detay atlamış; büyümek. Büyümeyi unutmuş. Bunu fark ettiğinde bu sefer de umursamamış “ Ne kadar gerekli olabilir ki?” diye düşünmüş. Ama bir gün büyümüşlerin arasına düştüğünde, bunun aslında ne kadar büyük bir eksik olduğunu fark etmek zorunda kalmış. Alelacele bir “ hızlı büyüme programı” başlatmış kendi usulünde. Ve başlamış büyümeye. An geçtikçe, kafası karışmış. Zamana yenilmeden, kendi dünyası içinde kalmaya çabalamış. Şaşırmış, üzülmüş, sıkılmış, bunalmış, oturmuş ağlamış bazen. Ama hep bir şekilde ayakta kalmış. Günün birinde bir “NE” olacağını bilmeden yaşamaya başlamış. Ve ne olduğunu farkına varana kadar birçok şey yaşaması, bir sürü aşk ihtimalinden geçmesi, bir sürü arkadaş eskitmesi gerekmiş. Başına gelen her işin üstesinden bir şekilde gelmiş. Ama her birinin bir sonrakini çağırışına engel olamamış. Zamanla alışmaya ve üstesinden gelmenin farkındalığına varmaya başlamış. Çok insanın aslında hiç kimse olduğu gerçeğini kavrayana kadar zorluk çekmiş. Bu gerçekle tanışması da o kadar kolay olmamış. Mekânlar, zamanlar, insanlar, insancıklar, olaylar, inkârlar, kabullenmeler, doğrular yanlışlar, adımlar, tadımlıklar, ömürlükler vesaireler… Her hikaye birini anlatır ve herkesin bir hikayesi,her hikâyede de biri vardır.
Bu, bambaşka bir masaldan aslında herkes gibi bir kızın hikâyesi. Bu masalda tavşanlar da var yavşaklar da. Cadılarda var, melekler de.
Bütünüyle bir masal aslında bildiğiniz her şey. Sadece size çeşitli şekillerde görünüp gerçek hissi veriyor. Gerçek olan; dünya, çiçekler böcekler, otlar kediler köpekler. İnsanlar değil.
Kocaman bir aldatmanın içinde tek gerçek zanneder her insan kendini. Aslında bildiğinin tam tersidir her şey. Kendi dışında her şey gerçektir. Bunu anladığında ise bu asıl ve tek gerçeği başkalarıyla paylaşamayacak kadar ölmüştür. Bu masaldaki diyarlarda, gökkuşağı kirpiklerin üzerinde görülür çünkü yağmur sadece göz bulutlarından akan damlalardan oluşur. Gelip geçicidir. Fazla durmaz buranın yağmurları. Hatta öyledir ki sadece gökkuşağı çıkarmak için yağar yağmurlar. Çünkü bu masalın her üyesi bilir ki, her yağmur arkasından gökkuşağı gelir ve yağmurların sadece bu yüzden var olduklarına inanılır. Gerçek dedikleri dünyada ise gökten akan suların sonrasında kimse göremez gökkuşağını. Ya zorla ya da tesadüfen fark edilir.
Meşhur klasik, “Artık yok o eski masallar”’ın açılımını yapmak gerek artık. Hatta yeni masal da yok aslında. Artık direk olarak gerçeklerle yüzleştiriliyoruz. Herkes yaşadığından farklı bir zamana ait olduğunu iddia ediyor ama herkes bulunduğu zamana bir şekilde herhangi bir bahane ile ayak uydurmanın bir yolunu buluyor.
Bu kızcağızımız, tanıdığı bir küfürbazdan bir söz duymuştu zamanında, “Prensi bekleme, seyise razı ol yoksa ata kalacaksın” diye. Çok basit ve acımasız gelmişti ilk duyduğunda. Şimdi ise gerçeğin acısını hissediyordu o küfürbazı ve sözü her düşündüğünde. O küfürbaz bir seyis olmayı tercih etmişti çünkü. Prens olamayacak kadar yetersiz at olamayacak kadar asil olmadığını bildiğinden değil ama. Seyis olmak kolayına gittiğinden. Prensten vazgeçeli çok zaman olmuştu aslında. Bu duyduğu sözün etkisinden değil gördüklerinden. Çünkü prensleri, kötü kalpli, siyah takım elbiseli gargameller kaçırmış ağızlarını burunlarını kırmışlardı. Beyaz atların hepsi, ahırlara kapatılmış ve hepsine birere eğri büğrü jokey bulunup yarışlara sokulmuştu. Şatolar bozulup, içlerine çeşitli incik boncukçuların, giyim mağazalarının tezgahları açılmıştı. Korsan CD’ler satılıyordu ucuza. O bilinen yedi cücelerin bir kısmı tinerci bir kısmı şarapçı olmuş, köprü altında birbirlerini tanımaz halde sızıyorlar artık her sabaha karşı. Küçük prensi kırmızı ışıkta cam silerken, Heidi’yi aynı ışıkta mendil satarken görenler olmuş. Kurabiye Adam, İzmir’de seyyar arabada bayoz satıyormuş şimdi. Bir kıyı kasabasında, Şirin Baba’nın yeri meyhanesinde küçük mavi adamlar görmüşler. Kırmızı başlıklı bir kurt, ormanda yapayalnız dolaşıyormuş. “Sindy’s Shop” diye bir dükkan tarif ettiler geçenlerde bana. İsmi bir şeyler anımsattı ama.
Masalların gerçek olmadığını direttiler yıllarca insanlar. Ne zararı vardı ki gerçekliklerin iğrençliğine kapılmadan yaşayıverseydik masallarda? Ayakları yere basmalıymış insanın. Doğrusu gerçeği buymuş hayatın. İyi de, hep beraber aynı anda gidersek masallar diyarına, gerçek dediğimiz dünya bomboş kalacak ve o zaman kazanan insanlık olacak. Yok mu bunu fark eden? Gerçek dedikleri dünyanın içine ederek mi sürdüreceğiz o sahte gerçekliği?
FERHAN PETEK
YAZARA E-POSTA GÖNDER