Bu sabah siyah saçlarım iki yanıma düşmüştü. Seviyordum omuzlarımın üzerine oturup beni profilden izlemelerini. Açılsınlar, özgürce uçuşsunlar istiyordum bu asi rüzgârda; ama annem her zaman tedbirli bir kadın olduğu için önlemini almakta gecikmemiş birbirine bağlamıştı tel tel saçlarımı. Sevmezdi ayrı gayrı durmalarını.
Ve saçım nasıl olursa olsun, 1 yıldır her sabah neden oynandığını bilmediğim bir oyuna dâhil olabilme heyecanı ile çıkıyordum evden. Küçük bir sınıf, içerisinde de ben gibi küçük insanlar... Harf, kelime, cümle gibi lafların geçtiği bir oyun keşfetmişler, başlarında duran melek gibi kadın ile beraber.
“Evet, şimdi düz çubuk çiziyoruz.” diyor ve bizler de asla hayır demeden çiziyorduk. “Ali ata bak.” Eeee bu neden şimdi ata bakıyor ki diye düşünmüyorduk bile, yazıyorduk.
Sınıfta yazmayı da okumayı da en çabuk öğrenip elmasını kızartan ve kırmızı kurdelasını takan bıdıktım; ama gel gör ki aylar geçmiş, bir alışkanlığımı bırakamamıştım. O melek kadın bana anlatmaktan yorulmuş ve beni bir gün sınıfın köşesine çekip sesini yükseltmişti.
“Sana kaç kez söyleyeceğim Arzu? Orada bir tane olmalı! Neden her seferinde aynı hatayı yapıyorsun? Neden beni dinlemiyorsun? Bu bir hata, hatanı düzelt artık!”
İlk yutkunuşum ve defterime akan ilk gözyaşım...
Neler de düşünmüştüm o birkaç saniye içerisinde. Anlatamamıştım derdimi, anlatamazdım ki... Diyemezdim yalnızlık en büyük ceza. Annem her gece sessizce ağlar babam yanında yok diye. Babamı kara kalemle çizip annemin yanına götüremiyorum ki; ama bu ‘hata’ dediğiniz şeyi yapabilme şansım vardı. Gönlüm razı olmamıştı işte, o noktanın cümlenin sonunda tek başına durmasına. Annem ve ben gök gürültüsünden hala korkuyoruz, yalnızız çünkü. Diyememiştim işte...
...
Bu sabah sarı saçlarım yine fönlüydü, alabildiğine yanık koktuğu için ensemde toparlanmak zorunda kalmışlardı. Dağınık olmalarından yanaydım ama yaptırdığım tonla kimyasal işlem kirpi gibi diken diken olmaktan öteye götürmüyordu kuru saçlarımı. Annem olsa iki yana örer ve çenesi yorulana kadar söylenirdi bu halime. Sevmezdi yapaylığı, doğal olanın çirkin bile olsa bir güzelliği, bir sahiciliği vardı onun için.
Ve saçım ne kadar bakımlı olursa olsun, ne kadar süslü olursam olayım 22 yaşımdan beri, neden oynandığını bilmediğim bir oyuna dâhil olma korkusu ve şaşkınlığı ile çıkıyordum evden. Büyük bir işyeri, içerisinde de ben gibi büyümekten şikâyetçi tonla zavallı insan... Çalış, maaş, zam gibi lafların geçtiği bir oyun keşfetmişler başlarında duran ego canavarı kadın ile beraber.
Ofiste en güzel yazıları yazıp genel yayın yönetmenini her seferinde onore eden, her seferinde defalarca okunası yazılar yazan o minik dev kadın bendim; ama gel gör ki neredeyse bir ömür geçmiş, bir alışkanlığımı bırakamamıştım. O egodan bozma kadın bir gün herkesin içinde sesini yükseltmiş ve fırçalamıştı duygularımı.
“Laftan anlamaz mısın sen Arzu? Yazım kurallarını öğrenmeniz için bir de size kurs mu vereceğiz? Hayır, anlamıyorum! Editörüm dersiniz; ama en basit hataları çatır çatır yaparsınız. Orada bir tane olması gerektiğini ilkokuldaki yeğenim bile biliyor. Mal mısın her seferinde aynı hataları yapıyorsun? Hatanı düzelt ya da al çantanı çek git buradan!”
Ne ilk onurumun kırılışı ne de son sinir krizim…
Ve sonunda klavyeye vurulan yumruklarım…
Neler de düşünmüştüm o birkaç saniye içerisinde, tıpkı ilkokul sıralarındaki gibi. Anlatamazdım ki derdimi, anlatmamalıydım da. Diyemezdim yalnızlık en büyük ceza ve seninle aslında en ortak yanımız. Her gece sessizce ağlarız yanımızda sevdiğimiz adamlar değil de becerdiğimiz adamlar var diye. Sevdiğim adamı karakalemle çizip de alamam ki koynuma; ama bu ‘mallık’ dediğiniz şeyi yapabilme şansım vardı. Gönlüm razı olmamıştı işte, o noktanın cümlenin sonunda tek başına durmasına. Annem gökyüzünden beni izlese bile ben gök gürültüsünden hala korkuyorum, yalnızım çünkü. Diyemedim işte…
Hayal kırıklığı ile yazılmış istifa dilekçesini genel yayın yönetmeninin masasına bırakmak için odasına girdiğimde bilemezdim başıma gelecekleri, ya da ne kadar haklı olduğumuzu.
“Önceleri cümlelerin sonuna 2 noktayı sadece ben koyarım zannederdim.” diye başladı uzun soluklarla sık sık keseceği konuşmasına. “Fakat sonra baktım ki sen de ben gibi tek nokta ile bitmesi gereken cümlenin yanına bir nokta daha ekliyorsun.. Çok düşündüm; yalnız kalmasın diye ilave ediliyordu ben tarafından diğer nokta.. Yazım kuralı da neymiş, yalnız kalmasına gönlüm razı olmuyor işte..
Yıllar önce yazdığın ilk makaleyi okurken o iki şirin şeyi yan yana görünce ilk önce şaşırdım. İkinci yazın yine aynı şekilde karşıma gelince bu kez kızdım. Benim ekibimde yalnızlığı bu kadar sorgulayan ve insanlar yalnız kalmasın diye bu kadar çabalayan biri daha olmamalıydı. Yazı işleri müdürü ile defalarca ikaz gönderdim ve her seferinde yazın o 2 nokta ile geldi masama. Sonra duydum ki sen dokundurmamışsın noktalarına.”
Masasının üzerindeki kırmızı cam sürahiden bir bardak su doldurup kendisine kuruyan boğazını temizledikten sonra cümlelerine devam edecek ve beni yaralayacak zannederken “Seni dinliyorum.” dedi.
Diyecek bir şeyim yoktu. Usulca oturduğum yerden kalktım, masadaki istifa mektubun üzerine o esnada en anlamsız fakat bir o kadar derin notumu ekledim ve çıktım; “Yalnızlık Allah’a mahsustur.. O diğer noktanın yerinde olmak için neler vermezdin değil mi?”
SERPİL ŞAHİN
YAZARA E-POSTA GÖNDER