Klasik bir başlangıç gibi olacak ilk cümlem biliyorum ama öyle başlamak zorundayım bu yazıma. Zaman hızla akıp geçerken, koşsam da yakalayamıyorum bazen.Evet çok basit bir cümle gibi oldu bunu yazınca. Herkes söyler ya “zaman su gibi akıp geçiyor…” Aman da aman… Aman! Anlamını düşününce gerçekten de akıp geçtiğini fark ediyorum. Mesela uzanıyorum şöyle rahat rahat, evin tavanındaki kalpli şekilleri inceliyorum. İnceliyorum, biraz daha inceliyorum, biraz daha… Hepsi aynı gibi aslında ama yine de inceleyesim var hepsini teker teker, keyifle uzanmışken kırmızı kanepede. Kendi kendime “bak kaç dakika geçti, haydi geri al zamanı” diyorum. Balonlar aynı balon, ev aynı ev, ama geçen zaman aynı değil işte. Sonra düşünüyorum, gün 24 saat değil de 40 saat olsaydı mesela. Ortalama 8-9 saat çalıştığımızı düşünürsek , yine aynı zaman aralıklarında çalışsak ama işler bittikten sonra kendimize ayıracağımız, sevdiklerimizle paylaşacağımız, evimizin havasını daha da doya doya teneffüs edeceğimiz zaman aralıklarımız kalsa kendimize, o şekilde yani… Hafta yine 7 gün, ay yine 30 gün olsa ve biz aynı ölçüde yaşlansak. Sadece dünya turunu 24 saatte değil de, tembellik yapıp 40 saatte tamamlasa. Ve bundan böyle, bu şekilde devam etse sonsuza dek… Sonsuz da neyse?
Zaman aksın dursun bakalım. Ben bugün ona meydan okumaya kararlıyım…
Bu sabah saat çalmıyor beni uyandırmak için. Kendi isteğimle yatakta şöyle gerine gerine uyanıyorum. Rahat bir şeyler giyiveriyorum üzerime; bir kot pantolon ve bir tişört. Saçlarımı bir tokayla toplayıp, hafif bir makyaj yapıyorum aynaya baktığımda kendimi daha da iyi hissedebileyim diye. Çantamı da alıp çıkıyorum evden. Önce müzik dinleyerek deniz kenarında yürüyorum biraz. Sonra onun yanına koşuyorum hemen, yanağına bir öpücük kondurup, gülümsüyorum gözlerinin içine bakıp. Gözleri parlıyor, sarılıyor bana. İşleri çok yoğun bu aralar, bu yüzden çok kalamıyorum yanında. Dışarı çıkar çıkmaz bir bisiklet buluyorum kapının önünde, pembe renkte. Atladığım gibi bisiklete, İngiltere’deki Sherwood Ormanı’na doğru yol alıyorum. En dar yollardan, en genişlere doğru gidiyorum. Yaprakların hışırtısında kanım kaynadıkça daha da sapa yollara giriyorum. Yeşilliğe doyunca bedenim, bisikleti oralarda bir yerlerde bırakıp koşa koşa uzaklaşıyorum ormanın derinliklerinden. Gördüğüm ilk taksiye atlayıp havaalanının yolunu tutuyorum. İlk uçakla Paris’e gidiyorum. Ne zamandır yürümemiştim Şanzelize’de. Hem gitmişken, Fransızca şarkılar eşliğinde sıcacık bir kahve de içerim diyorum. Vitrinlere bakarak yürüyorum ışıl ışıl sokaklarda, hoşuma giden dükkanlara girip renk renk şapkaları, topuklu ayakkabıları deniyorum. Çok da geç olmadan bir de Amerika’ya gideyim de benim bıcırık neler yapıyor oralarda bir yoklayayım istiyorum. Uçağı kaçırınca, havaalanında dergilere göz gezdiriyorum, sonra da gidip karnımı doyuruyorum. Tam masadan kalkıyorum ki anonsu duyuyorum. Koşarak uçağın yolunu tutuyorum. Uçağa biner binmez dalıyorum uykuya. Uyandığımda kendimi Atlanta sokaklarında buluyorum. Hangi evdi benim bıcırığınki? Hah şuradaki, kapısında kocaman kukuleta asılı olan. Kapıyı çalıyorum, yine duymuyor müziğin sesinden. Biraz daha tepinince kapının önünde, duyurabiliyorum sesimi bu sefer. Atlıyorum boynuna sevinçle . Kolumdan tuttuğu gibi lunaparka götürüyor beni. Birlikte bütün oyuncaklara biniyoruz hava kararana kadar. Bir kere daha binelim şu dönme dolaba diyorum. Tam binerken, arkamdan çekiyor beni . Dönüyorum ki benim bıcırık ortada yok: “Şu yorganı çekmesen kendine de, ben de donmasam yine. Ya da sokul bana da üşümeyeyim” diyor bir ses arkamdan beni kendine doğru çekerek. “Sabah oldu mu ki, ne çabuk!” diyorum. Bugün de yapacak öyle çok şey var ki, nasıl yetiştirsem diye zihnimde hesaplamalara başlıyorum o beni öperken…
SEMNAL GÖKMEN
YAZARA E-POSTA GÖNDER