Biz en güzel çağın çocuklarıydık. Doğduğumuz yıldan 15-20 sene önce doğmuş olsak bu kadar mutlu bir çocukluk yaşamış olabilir miydik ki? Peki ya doğduğumuz yıldan 15-20 sene sonra doğmuş olsak? Tam bir felaket olurdu sanırım. Her neslin kendini şanslı bulduğu durumlar vardır. Şimdiki çocuklara sorsak, belki onların da dudaklarından aynı cümleler dökülür “en şanslı nesil biziz” diye. Oysa bilmiyorlar ki bizim iki neslin arasına sıkışıp kalmış bütün güzellikleri yaşadığımızı. Her şeyden önce, içimizde bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle enerjimizi sarf edecek yerlerimiz vardı. Okuldan gelince çantalarımızı fırlatıp, okul kıyafetlerimizi çıkardığımız gibi soluğu sokakta alırdık biz. Canımız ne isterse oynardık hava kararana kadar. Seksek oynarken mızıkçılık yapar, ip atlarken ipe takılıp düşer, ama hemen kalkar atlamaya devam ederdik. İp atlamaktan sıkılırsak, bakkaldan top alıp yakar top ya da istop oynardık mahallenin çocuklarıyla. Oradan oraya koşarken enerjimiz hiç bitmez, hava hiç kararmazdı. Patenlerimiz vardı sonra. Asfalt olmasa da mahallenin sokakları, pürüzlü zeminde yine de kayardık patenlerimizle büyük bir zevkle. Öyle ağır gelirdi ki bana o patenler, ama yine de taşırdım ayaklarımda bütün gücümle. Canım sıkılınca da bisikletimi üçüncü kattan aşağıya zar zor indirir, bisikletime binerdim. Hatta hatırlıyorum, zamanla öyle zor gelmişti ki onu her seferinde yukarı taşımak, apartmanın girişindeki demirlere zincirle bağlamaya karar vermiştim en sonunda. Ama kimse de çalmamıştı bisikletimi kilidini kırıp. Erkek çocukların elinde kaykay oradan oraya kayar dururlar, arada da düşerlerdi. Sonra da yerden kalkar devam ederlerdi hiçbir şey olmamış gibi. Yaşça daha küçük çocuklar ellerindeki bilyeleri kuma dizer, atar atar dururlardı akşama kadar. Akşam olunca da birisi, balkondan onu eve çağıran babasına elinde içi bilyelerle dolu kocaman poşeti gösterip “bak baba bu kadar bilyem oldu” derdi sırıtarak. Kızlarla erkekler de nedense hep takışırdık. Önce dalaşır, sonra da hiçbir şey olmamış gibi saklambaç oynardık. Ödevler aklımıza hiç gelmez, aklımıza gelmediği halde hep de iyi notlar alırdık. Sınav, dershane stresi nedir bilmezdik. Arada kız kıza önceden sözleşir, 200-300 metre ilerideki çayır çimene pikniğe giderdik. Bir ağacın altına oturur, getirdiğimiz yiyecekleri paylaşır, yerde bulduğumuz palamutlara bakarak, sincap çıkar mı acaba bir yerlerden diye hayal kurardık. Ben Beşiktaşlıydım. Beşiktaşlı bütün futbolcuların isimlerini ezbere bilirdim, hatta mahallenin oğlan çocuklarıyla iddialara girerdim Beşiktaş kazanacak diye. Kazanınca da elimde bayrakla çıkar, bir tur atardım kendi kendime. Biraz erkek Ayşeydim galiba o zamanlar. Ama iyi ki de öyleymişim…
Biz tam büyüdük, internet çıktı. Üniversitedeydim ben o zamanlar. Öğretmenlerin verdikleri ödevleri internetten rahat rahat araştırır en güzelini hazırlamak için gezinir dururdum internet sayfalarında. Üstelik vaktimin nasıl geçtiğini bile anlamazdım bilgisayarın başındayken. Aradığım her şeyi bulurdum internette. Hele internette “chat”olayı ne kadar da zevkliydi ilk başlarda. Bütün gün sanki arkadaşlarımla hiç görüşmemişim gibi bir de gece boyunca internette yazışırdım saatlerce.
Hele cep telefonu ilk çıktığında ne kadar da lükstü. Bir an evvel sahip olmak için yırtınıp durduğumu hatırlıyorum ama aldığımda da çok az kişide olduğu için mesaj çekecek kimse bulamayıp hayal kırıklığı içinde geçmişti bir süre.
Şimdilerde ise teknoloji daha neler yaratabilir diye hayalini kurmaya aklım yetmiyor bile…
Ama en azından geriye dönüp şöyle baktığımda fark ediyorum ki, biz hem sokakta oynama hevesimizi almışız hem de eve kapanıp teknolojinin bizi eve hapsetmesine izin vermişiz. İşte bu nedenle çok şanslıyız biz. Çocukluğumuzu çocuk gibi yaşadık, gençliğimizi de genç gibi. Dönüp geriye baktığımızda ise “yapmadım” diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Yazacak daha ne çok şey var aslında, onları da size bırakıyorum… Şöyle arkanıza yaslanıp siz düşünün bakalım, daha neler gelecek akıllarınıza…
SEMNAL GÖKMEN
YAZARA E-POSTA GÖNDER